25 Haziran 2008 Çarşamba

KENELER HAKKINDA MERAK ETTİKLERİMİZ


Kene popülasyonunun artmasında, ılık geçen kış mevsimlerinin etkili olduğu belirtildi. Kırım-Kongo kanalı ateşi (KKKA) hastalığına neden olan virüsü taşıyan keneler, korku saçmaya devam ediyor. Türkiye'de 2003 yılından beri tanımlanan bu hastalıktan sadece bu yıl 172 vaka belirlendi, 10 kişi ise virüs nedeniyle hayatını kaybetti. Kene uzmanı Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Zati Vatansever, ölümle sonuçlanan ve insanlara korku saçan bu virüs nedeniyle bilgi kirliliği yaşandığını, insanların ise virüsü tam olarak tanıyamadığını söyledi. Ölüm olayları nedeniyle şehirlerle gereksiz bir panik havası yaşandığını, esas risk taşıyan yaban hayatının olduğu kırsal alanlarda yaşayan insanlarda duyarsızlık olduğunu ifade eden Vatansever, 'Yeterli önlem alınırsa korkulacak bir şey yok, fakat öncelikle kırsal kesimde yaşayan halkın bilinçlendirilmesi gerekiyor' dedi. Kene popülasyonunun artmasında ılık geçen kışların ve yaban hayvanı sayısının artmasının etkisinin olduğunu belirten Vatansever, 'Özellikle KKKA virüsü taşıyabilen keneler sıcağı severler. Nemli yerlerde asla yaşamazlar. Birkaç yıl önce Rusya'da eksi 20 derecenin altında kış yaşandığı için kene popülasyonu önemli derecede azaldı' diye konuştu. KENE ASLINDA HAYVANLARDA AŞI GÖREVİ GÖRÜYOR Şu anda tüm dünyanın kene mücadelesi yaptığını, fakat milyon dolarlar harcanmasına rağmen kene popülasyonunun yok edilemediğini anlatan Vatansever, 'Zaten yok etmek de gerekmiyor, kontrol altında tutulması gerekiyor. Çünkü keneler bir anlamda aşı vazifesi görüyor. Konakladığı hayvana düşük dozda hastalık vererek hayvanın dayanıklılığını artırıyor. Keneyi tamamen yok ederseniz bölgeyi hastalıklara karşı duyarlı hale getirmiş olursunuz' diye konuştu. Vatansever, kenelerin hayvanlara verdiği zararları ise 'hayvanı zayıflatması, et ve süt verimi düşürmesi' olarak sıraladı. BİYOLOJİK SİLAH OLMASI İMKANSIZ KKKA virüsü taşıyabilen kenelerin biyolojik silah olduğu yönündeki iddialara kesinlikle katılmadığını belirten Vatansever, KKKA hastalığının aslında hep olduğunu, fakat Türkiye'de 2003 yılında tanımlanabildiğini söyledi. Türkiye'de 30'un üzerinde kene türü bulunduğunu, bunların da 800'den fazla hastalık barındırdığını anlatan Vatansever, KKKA'nın öldürücü olması nedeniyle dikkati çektiğini kaydetti. Kenenin birçok çeşidinin olduğunu ve dünyada yaşayan birçok kenenin başka ölümcül hastalıklar da taşıdığını kaydeden Vatansever, 'Dünyada keneden bulaşan hastalıklardan ölüm ortalaması yüzde 10-30 arasında değişiyor. Bizde ölüm oranı yüzde 5 civarında' diye konuştu. TÜRKİYE'DE NERELERDE YAŞIYORLAR Vatansever'in verdiği bilgiye göre, virüs taşıyabilen keneler Türkiye'de Karadeniz iklimi ile step ikliminin kesiştiği bölgelerde bulunuyor. Bu tür keneler bodur meşelik alanları ve yaban hayvanların bulunduğu yerleri tercih ediyorlar. Bu çerçevede bakıldığı zaman Türkiye'de virüs taşıyabilen keneler için esas odak noktaları öncelikle Çorum, Amasya, Tokat, Yozgat, ikinci sırada da Çankırı, Gümüşhane, Siva, Kastamonu, Artvin ve Erzurum öne çıkıyor. Vatansever, virüs taşıyabilen keneler açısından en risksiz bölgelerin Akdeniz ve Karadeniz kıyıları olduğunu belirtiyor. KKKA VİRÜSÜ TAŞIYAN KENE Türkiye'de 30'un üzerinde kene bulunuyor ve bunlar 800'ün üzerinde hastalık taşıyor. KKKA virüsü her kenede bulunmuyor. Bu virüsü özellikle Hyalomma soyuna ait keneler taşıyabiliyor. Virüs taşıyabilen kene yumurtadan çıktıktan sonra tavşan gibi küçük yaban hayvanları ile yerde beklenen yabani kuşların üzerinde konaklıyor. Erişkin olduğu zaman buradan yere düşüyor, daha sonra da büyük yaban hayvanları, büyükbaş evcil hayvanlar ve insanların üzerine geliyor. Beslenmesini tamamlayan kene tekrar toprağa düşüyor erkek ölüyor, dişi kene ise önce yumurtluyor (bir defada 5-7 bin adet yumurta bırakıyor) daha sonra ölüyor. KKKA virüsü taşıyan bir kenenin yumurtalarının yüzde 3-5'i virüslü çıkıyor. Erişkin avcı kene konaklayacak bir canlı bulamazsa iklim şartlarına göre ortalama 1 yıl yaşıyor. Artı 16-18 derece sıcaklıkta yaşam süresi 3 yıla kadar çıkıyor. Büyükbaş yaban veya evcil hayvanlara gelen kene bir defa besleniyor (kan emerek), bu da 10-15 gün sürüyor. Bu keneler karakter olarak diğer kenelere benzemiyor. KKKA virüsü taşıyabilen Hyalomma soyuna ait keneler 'avcı kene' olarak da biliyor. Bu keneler diğer keneler gibi otların üzerinde değil toprakta veya toprak altında saklanıyorlar, titreşimleri, ısı, koku ve nefesteki karbondioksiti hissedebiliyorlar, gözleri olduğu için de avlarını siluet şeklinde görebiliyorlar ve avlarına atlıyorlar. BİYOLOJİK MÜCADELE YAPILABİLİR Mİ? Şu anda kene biyolojik mücadelenin yapılamayacağını, çünkü kenelerle biyolojik mücadelenin henüz kanıtlanmadığını kaydeden Vatansever, sığırcık, keklik gibi hayvanların keneleri yediği görüşlerinin kesinlik kazanmadığını, hatta bu tür hayvanların kene popülasyonunu azaltıcı mı, yoksa arttırıcı mı olduğunu kimsenin bilmediğini söyledi. Vatansever, 'Bu keneler erişkin olana kadar bu tür yerden beslenen kuşlar veya tavşan gibi küçük yaban hayvanların üzerinde konaklıyorlar. Bu nedenle bu kuşların azaltıcı mı yoksa arttırıcı mı olduğunu kimse söyleyemez' diye konuştu. KİŞİSEL KORUNMA ÖNLEMLERİ Vatansever, kırsal alanda yaşayan veya pikniğe çıkan insanlara şu tavsiyelerde bulundu: '-Sinek kovucu ilaçlar kullanın. Bu ilaçlar keneyi öldürmüyor, fakat yaklaşmasını önlüyor, yani caydırıcı etkisi var. -Doğrudan keneyi öldüren ilaçlar var. Bu tür ilaçlarla bir gün önceden giysilerini ve ayakkabılarınızı nemlendirin (asla cilde sıkmayın). Örneğin binde 5 permetrin içeren (böcek öldürücü) ilaçlar keneyi öldürebiliyor. Bu ilacın etkisi birkaç hafta sürüyor. (Şu anda Türkiye'de binde 1 permetrin içeren ilaçlar var, Sağlık Bakanlığı binde 5 için ruhsatlandırma çalışması yapıyor. Türkiye'de binde 1 permetrin içeren ilaçlar bile kullanılabilir.) -Eve geldiğiniz zaman mutlaka kendinizi kontrol edin. -Tarlaya küçük çocukları götürmeyin. -KKKA virüsü taşıyabilen keneler ahırlara pek yerleşmiyor, bu nedenle ahır ilaçlaması pek başarılı olmuyor. Fakat çiftlik hayvanlarının mutlaka ilaçlanması gerekiyor. -Eğer kene tutunursa bir pens veya ip ile kıvırmadan düzgün bir şekilde çekin. Çıkarttığınız keneyi bir kutuda saklayın, incelenmesi için ilgili kuruluşa götürün. -KKKA virüsü alınan doza göre ölümcül olabilir. Kene tarafından ısırıldıysanız kendinizi kontrol edin. İki hafta içinde yoğun halsizlik, baş ağrısı, bulantı, kusma gibi belirtiler görürseniz mutlaka sağlık kuruluşuna gidin.

HAMİLELİKTE CEP TELEFONUNDAN UZAK DURUN...


Hamilelik döneminde cep telefonu kullanan annelerin doğacak olan çocukları başta davranış bozukluğu olmak üzere çeşitli ruhsal hastalık riski taşıdığı bildiriliyor. ABD’nin Los Angeles Üniversitesi ile Danimarkalı Aarhus tarafından yapılan geniş kapsamlı araştırma sonuçlarına göre, hamilelik esnasında kullanılan cep telefonları doğacak olan çocukta davranış bozukluklarına yol açıyor. Yaklaşık 13 bin çocuk üzerinde yapılan araştırmada hamile bir kadının günde bir kaç kez cep telefonu eline alıp kullanması bile doğacak olacak çocuğun hiperaktivite, davranış bozuklukları, okul çağına geldiğinde duygusal karmaşa gibi bazı ruhsal hastalıklara yakalanma riskini taşıdığı ortaya çıktı. 7 yaş öncesi cep telefonu kullanan çocuklarda da bu yüzden çeşitli davranış bozuklukları meydana gelebiliyor.1990 yıllarının sonunda Danimarka’da yeni doğan 13 bin 159 çocukta yapılan araştırmada, davranış bozukluğu yaşayan bebeklerin annelerinin yüzde 54’ün hamilelik sırasında cep telefonu kullandığı ortaya çıktı. 7 yaş öncesi cep telefonu kullanan çocuklarda görülen davranış bozukluğu ise yüzde 80’e kadar yükseldi. Konuyla ilgili yapılan araştırmaların öncülerinden olan New York Mount Sinai Üniversitesi Profesörlerinden Sam Milham, ise konuyla ilgili yaptığı açıklamada elde edilen araştırma sonuçlarının doğruluğunu savunarak Kanada da radyasyon verilen hamile farelerde yapılan benzeri bir deneyde benzer sonuçların ortaya çıktığını söyledi

AYDIN



Tüp bebek ile ilgili terimler ve anlamları

Kadının yumurtası ve erkeğin sperminin vücut dışına alınarak laboratuvar şartlarında ve bazı özel plastik kaplar içinde bir araya getirilerek, döllenmenin sağlanmasıdır. İşte, bu vücut dışında yapılan işleme IVF (in vitro fertilizasyon) veya tüpbebek denir. Vakaların % 10-15’inde yumurtaların tümü bu yöntemle döllenmeyebilir. Bu nedenle daha az kullanılmaktadır. Daha önce gebe kalmış ve doğurmuş kadınlarda daha başarılı olmaktadır.

1970’lerin başında rahim kanalları kapalı olan kadınların çocuk sahibi olabilmeleri için geliştirilmiş olan bu yöntem ilk tüp bebek olan Louise Brown’ın 1978’de doğması ile popülarite kazanmıştır. Kullanıma giren ilk yöntem olmasi dolayısıyla halk arasında kısırlık tedavileri içinde en bilinenidir.



ICSI ( İntra sitoplazmik sperm enjeksiyonu = Mikroenjeksiyon):

Sperm hücrelerinde ileri derecede sayı, hareket ve şekil bozukluğu görülen erkekler için geliştirilmiş bir yöntemdir. IVF ile döllenme elde edilemeyen vakalarda da kullanılır. Mikroinjeksiyon işlemi, özel bir mikroskop kullanılarak her bir yumurtanın içine seçilmiş bir adet sperm hücresinin yerleştirilmesidir. Tüp bebek te kullanılan bir tekniktir.


TESA (Testiküler sperm aspirasyonu) ve TESE (Testiküler sperm ekstraksiyonu):

Verdiği örneklerde hiç sperm hücresine rastlanmayan, ancak testis lerinde sperm yapımı olan hastalarda, spermin testislerden iğne veya biyopsi ile alınarak icsi de olduğu gibi kullanılmasıdır.



Embriyo:

Kadın yumurtasının sperm hücresi ile birleşmesi sonucu oluşan insan yavrusu taslağına embriyo denilir. Önce 2 hücreli olarak yaşama başlayan embryo hızla bölünerek hücre sayısını artırır ve genellikle döllenmeden 5-7 gün sonra rahim içindeki dokuya (endometrium) tutunur. Burada gelişmesi devam ettikçe plasenta (eş) adı verilen doku aracılığı ile anneden beslenmeye başlar ve bu arada kendi varlığını belli eden bir hormon salgılar. Bu hormonun anne kanında veya idrarında tesbit edilmesi için gebelik testi yapılır (hcg testi).



Assisted Hatching (Embriyo zarının inceltilmesi):

Normal şartlarda embriyo, rahime tutunmasından hemen önce, çevresini koruyucu olarak saran tabakadan (zona) kurtulur. Zona tabakasının ileri derecede kalın olması halinde, embriyo bu tabakadan dışarı çıkamaz ve rahime tutunamaz. Bu durumda embriyo rahime verilmezden önce zona tabakasının bir kenarından inceltilmesinin, gebelik şansını artırdığı ileri sürülmektedir. Ancak, bu teknikle embriyonun zedelenme ihtimali az da olsa vardır.


Blastosist transferi (Geç dönemtransfer-5. gün transfer):

Anne ve babadan alınan üreme hücrelerinin birleşmesi ile embriyo denilen yeni bir yapı ortaya çıkar. Embriyo sürekli bölünerek hücre sayısını arttırır. Genellikle embriyo, anne adayından yumurta toplandıktan sonraki üçüncü gün, yaklaşık 7-8 hücreli safhada iken rahim içine yerleştirilir (embryo transferi). Her zaman uygulanmamakla birlikte kaliteli embriyo sayısı fazla ise embriyo gelişimi daha ileri safhalara kadar takip edilerek daha geç bir günde (en geç 5. gün) embriyo transferi uygulanabilir. Böylece, embriyolardan daha iyi gelişenleri seçme şansı olabilir, transfer ve rahime tutunma arasındaki süre kısaltılmış olur. Embriyonun doğal ortamına dönüşünü geciktirmesi ve kalan embriyoların dondurulması şansını azaltması, bu uygulamanın olumsuz yönleridir. Ancak çok sayıda yumurta ve embryo gelişenlerde uygulanabilecek bir yöntemdir.


Embriyo dondurulması (Cryopreservation):

Embriyo transferi tamamlandıktan sonra elde kalan iyi kalitede embriyolar özel bir teknikle dondurularak, daha sonra kullanılmak üzere saklanabilir. Donma ve çözülme sırasında kalitesini koruyabilen embriyolardan oluşan bebeklerin özel bir sağlık sorunları olmamaktadır. Ülkemizdeki ÜYTEM yönetmeliği embriyoların 3 yıl saklanmalarına izin vermektedir. Dondurulmuş embryoların transferi taze embryo kadar verimli olmamaktadır. Çünkü, donma işleminden açılan embryoların yaklaşık % 30-50’ si ölmektedir.


Preimplant genetik tanı (PGD):

Embriyonun 8 hücreli safhasında bir veya iki hücrenin embriyodan alınarak genetik tetkik için kullanılması embriyonun gelişimine engel olmaz. Alınan bu hücreler kromozomal olarak incelenebilir ya da ailede bilinen genetik bir hastalık var ise, bu hastalık yönünden tetkik edilebilir. Sonuçta uygun nitelikte olan embriyolar, transfer için seçilir. Bu yöntemde gebelik şansı yarı yarıya azalmakla birlikte genetik hastalıklar için olumlu sonuçlar sağlar. Bu uygulamayı yapmak her hastada mümkün olmamaktadır.

23 Haziran 2008 Pazartesi

VARİS

Kanı kalbe geri taşıyan damarlar toplardamar olarak adlandırılır.
Toplardamarlarda oluşan tıkanıklıklar ve aşırı basınç kapakçıkların düzgün kapanmasını engelleyerek geriye doğru kaçaklara sebep olurlar. Böylece bacaklardaki yüzeysel toplardamarlar genişler, uzar ve büklümlü bir görüntü ile varisler oluşur.
Gece oluşan kramplar, kaşıntı, şişkinlik, ayakta kalma ile ağrı, sıkça görülen şikayetlerdir.
Bu şikayetler varislerin büyüklüğü veya sayısı ile orantılı değildir.
Bayanlarda hamilelik ve menstruasyon sırasında varislerle ilgili şikayetler artar.

Varis oluşumu tam olarak bilinmemekte, ancak daha çok genetik, cinsiyet, yaşlılık gibi kontrolümüzde olmayan nedenler üzerinde durulmaktadır.
Yine de istatistiksel olarak varis oluşumunu tetikleyen durumlar saptanmıştır.

Varis tedavisinde amaç, yaşam kalitesini artırmaktır. Hastalık genellikle iyi huylu seyir gösterip hastaların çoğunda ameliyat gerekmez. Bu nedenle hastalığın seyri çok ciddi değilse girişimsel tedavilerden kaçınılmalıdır. Büyük varisleri bulunan hastalarda, kanama veya bacak ülseri gibi durumlar gelişirse cerrahi tedavi yöntemleri uygulanır. Etken sebepler ortadan kaldırılmadıkça (fazla kilo, uzun süre ayakta durma, östrojen kullanımı) varisin belli bir süre sonra tekrarlayacağı unutulmamalıdır.
Gönderen um

22 Haziran 2008 Pazar

SAÇ EKİMİ

Saç ekimi nedir?
Vücuttaki kılın bulunduğu yerden doku dışına alınıp başka bir vücut alanına yerleştirilmesi işlemidir.Saç ekimi bir tür organ naklidir.Kişinin kendi dokusu nakledilir( ototransplantasyon ).Son zamanlarda kaş,kirpik,sakal, bıyık ve kol kılı ( jilet izlerini yok etme amaçlı) gibi ekimlerde yapıldığından “saç ekimi” tanımlaması yetersiz kalmaktadır. Doğru tanımlama “KIL KÖKÜ NAKLİ” şeklinde olmalıdır.
Saçsızlık yada herhangi bir yerde kılsızlık hayati önem arz etmediğinden sadece kişinin kendinden nakil yapılmaktadır.Bir başka şahıstan kıl kökünün nakli yapılabilir ancak nakil sonrası kullanılması gereken ilaçların ağır yan etkileri sebebiyle sadece ototransplantasyon şeklinde olmaktadır.Saç ektirmeyi düşünen biri olarak onlarca siteyi dolaşıp kafanızı karma karışık edip buraya kadar geldiniz. Bende kendimce burada saç ekimini belki de biraz farklı bir açıyla izah etmeye çalışacağım.Saç ekimi doğru adıyla kıl kökü nakli:Türkiye’de 2 çeşit saç ekimi yapılmaktadır en yaygın olan yöntem küçük farklarla ondan fazla ismi olan şerit yöntemi ve birkaç klinikte yapılabilen FUE(özgün olarak kıl kökünün alınması) tekniği.

ŞERİT YÖNTEMİ(FOLLİKÜLER ÜNİTE TRANSFERİ,FOLLİKÜLER ÜNİTE İNJEKSİYONU,MİCROGRAFT, MİNİGRAFT,MİNİMİCROGRAFT,STRİP.GERÇEK MİKROGRAFT):


İki kulak arasından 1-2 cm x15-20 cm lik şerit şeklinde cilt parçası çıkarılır.Çıkarılan bu parça 1-7(1-2 kök dense de) kıl kökü içeren küçük parçalara ayrılır. Hazırlanan bu parçalar(graft)1-3 mm lik jilet veya benzeri bir alet yardımıyla kelleşmiş alanda açılan deliklere yerleştirilir. Şerit yöntemi FUE yönteminin yaygınlaşmasıyla daha önce terk edilen yöntemler gibi terk edilmeye mahkumdur ama FUE yönteminin yaygınlaşamaması bu süreyi geciktirmektedir ama bir gün mutlaka herkes FUE yöntemiyle ekim yapacak.Çünkü şu an şeritle oluşturulan komik saç ekim görüntülerini birilerinin geri dönüp düzeltmesi gerekecek.

FUE(FOLLİKULER UNİTE EXTRAKSİYONU):

0.6-07 mm lik (bu rakamların çok önemi var şöyle ki;vücudun herhangi bir yerindeki yaralanma 1 mm nin altındaysa iz bırakmaz) ince boru şeklinde aletlerle 1 veya 2 li kıl kökleri alınır yine aynı kalınlıkta sivri aletlerle cilt kesilmeden 1 veya 2 li ekilir.Kıl kökleri tek tek alındığı için istenilen yerden alınabilir genellikle ense kullanılsa da vücudun kıl olan her yerinden alınabilir.Alınacak kıl kökü sayısı kişinin vücudundaki kıl sayısı ile sınırlıdır yani diğer bir deyimle yüzlerle sınırla kök alınıp dar bir alana ekim yapılacağı gibi on binlerce kıl kökü alınıp çok geniş açıklıklara istenilen sıklıkta ekim yapılabilir.


Saç ekimi gerekli mi
Saç ekimi ihtiyacı olan için traş olmak kadar yada bayanların yaptığı cilt bakımı hatta günlük makyajı kadar gereklidir.Yapılan istatistik çalışmalarında saç ekimi yaptıran kişilerin kendilerine güven skorlarının yükseldiği ve bunun sonucu olarak iş bulma,işte yükselme,partner bulma ihtimallerinin arttığı, depresyon eğilimlerinin azaldığı ve hayattan daha çok zevk aldıkları tespit edilmiştir.

Anketlerde değişik tanımlamalar yapılmıştır...

“Aynalarla daha barışık yaşıyorum”

“Saçımı taramaktan eskisinden daha çok zevk alıyorum”


“Evlenemeyeceğim korkusu yaşıyordum artık evliyim”


“Yazın güneşte ne yapacağımı şaşırıyordum şapka taksam kompleks diyecekler takmasam yanıyor”


“Kışın tepemin donmasından sinir oluyordum takım elbisenin üstüne de bere takılmıyor ki”


“Eşim “önemi yok ben seni böyle seviyorum” derdi şimdi daha çok sevdiğini söylüyor.


“Kızımla alay ediyorlarmış babası kel diye gelsin de görsünler”


“Palyaçonun kafamı sıvazlayarak “kelltoşş” demesi karar vermemi sağladı sağolsun”


“Sanki konacak bir yer yokmuş gibi sinek gelip tam tepeme konardı yada bana öyle gelirdi”


“Denize şapkayla girmemi hep yadırgarlardı”


“yağmurda dolaşmak zevk değil eziyet olurdu”
“Kaşımak bile dert oluyordu sanki yaralanacakmış gibi gelirdi”


“Kaşlarım dökülse bu kadar sinir olmazdım”
“Yanlardan getirerek kapattığım kısım açılacak diye korkardım”


“Kel lakabımın geçerliliği kalmadı”


“Yağmur yağdığını ilk fark eden ben olmuyorum artık”


SAÇ EKİMİNİN GELİŞİMİ:
Saç ekim süreci tüm diğer cerrahi tedaviler gibi deneme yanılmalarla önemli aşamalar kaydetmiş ve FUE ile son noktayı koymuştur.Günümüzün son noktası FUE olsa da yarın ne olacağı açık değildir.Halihazırda üzerinde çalışılan doku kültürü(tek saç hücresinden çoğaltma) ufuktaki gelişme olarak dursa da hızlı ilerleyememektedir.Ve önümüzdeki on yılda saç ekimi konusunda önemli bir gelişme beklenmemektedir. Olabilecek gelişme şerit şeklinde ekim yapanların insanları photoshop programlarıyla oynanmış resimlerle aldatmak yerine doğru yöntem olan FUE yi öğrenmeleridir.

BLOK NAKİL: 15-30 saç kökü içeren saç cildi şeklinde yapılan saç naklidir.Orta kısımdaki saç köklerinin beslenemeyerek ölmesi ve oldukça çirkin görünmesi sebebiyle kısa sürede terkedilmiştir.Ama saçın nakledilebileceği gibi önemli bir çığır açarak ve milyonlarca insana yeni bir imaj sağlamıştır.
BLOK ŞEKLİNDE ŞERİT NAKLİ:Enseden alınarak 2-3 mm eninde 8-15 cm boyunda ince şeritler halinde hazırlanmış saçlı deri alından tepeye doğru açılan küçük oluklara yerleştirilmiştir.Saç kökü ölümü azaltılmıştır ama her ne kadar briyantinle şekil verilmiş imajı yaratılsa da yeni sürülmüş tarla görünümü insanların benimsemesini engellemiş ve yaygın olarak uygulanamadan bırakılmıştır.
EXPANSİYON TEKNİĞİ:Saçlı alanın altına balon yerleştirilir balon her gün 1 ml şişirilir böylece saç olan deri genişlemiş olur.Daha sonra genişleyen bu saçlı alan kelleşmiş alanın çıkarıldığı yere çekilerek dikilir. Daha çok yanıklarda kullanılan bu yöntem artık yerini FUE tekniğiyle saç ekimine bırakmıştır..
ŞERİT YÖNTEMİ:FUT,STRİP,FİT gibi değiştirilip tüketicinin kafasını karıştırarak ikna etmek için türetilmiş isimler verilse de sonuçta çok küçük farklar dışında aynı tekniği tarif etmektedir.İki kulak arasından alınan 1-2 cm eninde 12-20 cm uzunluğunda saçlı deri parçasının 1-2 ile 5-7 saç kökü içeren guruplara ayrılıp dökülen alanda açılan 1-3 mm lik kesiklere ekilmesi işlemidir.Bu yöntem FUE yönteminin yaygınlaşamaması ve şerit yönteminde follikül ayırma ve ekim işinin daha çok yardımcı sağlık personeline yaptırıldığı için ne yazık ki hala en yaygın kullanılan yöntemdir.Öyle ki birçok yerde bir kişinin çalıştığı doktor muayenehanesinde şehir şehir gezerek fason ekim yapan ekiplerin çağrılarak toplu sünnet gibi arka arkaya yapılacak kadar ciddiyetten uzak bir girişim haline gelmiştir.

21 Haziran 2008 Cumartesi

YÜZERKEN GÖZLERE DİKKAT


Kirli suların karıştığı havuz ve deniz sularında açık gözle yüzmek,gözlerde iltihaplanmalara neden oluyor.
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Şahap Kükner, kirli havuz ve deniz suyunun gözlerde iltihaplanmaya neden olduğunu söyledi.
Yaz sezonunda insanların serinlemek amacıyla havuz ve denizlere akın ettiğini belirten Prof. Dr. Kükner, “Kirli suların karıştığı havuz ve deniz sularında yüzmek, serinlemek için kanal suları ile yıkanması, gözlerde iltihaplanmalara neden olur. Açık gözle yüzülürken, göze kaçan sular gözlerde enfeksiyona yol açar” dedi. Bu mevsimde özellikle gözde mikrobik ihtihaplanmaya (klamikya konjektivite) sık rastalanıldığını söyleyen Prof.Dr. Kükner şöyle konuştu:
“Son derece bulaşıcı bir mikrop olan klamikya konjenktivite gözlerde kızarıklığa, kaşıntı, yanma, batma ve çapaklanmaya, kulak bölümünde de ağrılı beze oluşumuna yol açar. Uygun tedavi edilmediği taktirde de rahatsızlık uzun sürer. İlaçla tedavi halinde 7- 10 günde iyileşen göz iltihaplanmasından kurtulmanın bir yolu da, su geçirmez gözlükle yüzmektir.”

YÜZME HAVUZLERINA DİKKAT


Yüzme havuzlarının bazı hastalıkların bulaşmasının önlenmesi açısından belirli standartlara sahip olması gerekiyor..
Havuz sularında 24 saatlik aktif klor kontrolleri yapılarak, havuzun yakınındaki bir pano üzerinde belirtilmesi gerekiyor.
Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi Başkanı Doç. Dr. Mustafa Ertek, sıcak havalarda serinlemek amacıyla girilen havuz sularından bulaşması muhtemel hastalıkların önlenmesi için alınması gereken tedbirlerle ilgili uyarılarda bulundu.
Yaz aylarında mevsim sıcaklıklarına bağlı olarak mikrop, virüs ve bakterilerin çoğalmasının bazı rahatsızlıklara sebep olduğunu belirten Ertek, yüzme havuzlarının sahip olması gereken standartları anlattı: Havuz sularında 24 saatlik aktif klor kontrolleri yapılmalı ve buhavuzun yakınındaki bir pano üzerinde belirtilmeli. Havuz sularının haftada veya 15 günde bir bakteriyolojik kontrolleri yapılıp, bu rapor havuz çevresindeki görünür bir yere asılmalı.
İkaz levhaları görünür yerlere konulmalı.
Havuz giriş yerlerine 10-15 santimetre derinliğinde ayakdezenfeksiyonunu sağlayacak yıkama havuzları konulmalı.
Havuz suyunun devamlı temizliğini sağlayan filtrasyon ve klorlama tesisi bulunmalı.
Havuz çevresi ve güneşleme alanlarında kaymayı önleyici zemin düzenlemesi olmalı.
Havuzun çevresindeki tuvalet, lavabo, pisuvar ve duş gibi yerler aktifklor içeren dezenfektan maddelerle her gün periyodik olarak dezenfekte edilmeli.
Havuz içine klor haricinde renk verici veya berraklaştırıcı hiçbir madde atılmamalı. Mustafa Ertek, havuza girmeden önce duş alınması gerektiğini, ayak dezenfeksiyonunun yapılmasının önemine değinerek, cilt hastalığı olanların havuza girmelerinin önlenmesi gerektiğini belirtti

20 Haziran 2008 Cuma

LAZERLE CİLT TEDAVİSİ


Cildin lazerle tedavisi yeni ve çok etkili bir metot olup, birçok cilt rahatsızlıklarında uygulanır.

İnsan Derisinin Yapısı
İnsan derisi yandaki şematik resimde görüldüğü gibi birkaç tabakadan oluşmuştur. Gözle görünen en dış tabaka epidermis adını alır. Epidermisde birçok tabaka ve çok sayıda hücrelerden oluşmuştur. Epidermisin bazal tabakasında sürekli oluşan hücreler devamlı yenilenerek epidermisin en dış tabakasındaki hayatiyetini kaybeden hücrelerin yerini alırlar. Epidermisin altında dermis adı verilen tabaka yer alır. Bu tabaka kollagen doku ve damarlardan oluşmuştur. Epidermisin beslenmesi dermis tabakasındaki damarsal yapılar aracılığıyladır. Dermisin altında destek görevi gören deri altı yağ dokusu bulunur.

Hangi Hastalıklar Lazerle Tedavi Edilebilir?

Prensip olarak bütün cilt hastalıkları lazer ile tedavi edilebilir. Günümüzde en çok aşağıdaki rahatsızlıklarda uygulanmaktadır;
Kapiller Hemanjiom, Telenjektaziler
Kahverengi, siyah ve mor benler
Pigment değişiklikleri
Güneş lekeleri, yaşlılık lekeleri
Siğiller
Kıllanmalar (Lazer Epilasyon ile)
Yaşlanma ile ilgili kırışıklıklar
Nedbe dokuları
Dövmelerin silinmesi
Cilt Yenileme (Skin Recurfacing)
Lazerle cilt yenileme estetik cerrahide yeni ve başarı ile uygulanan bir metot olup ilk olarak Amerika'da geliştirilmiştir. Lazerle cilt yenileme uygun lazer cihazı ile bilgisayar kontrolünde kırışıklıkları gidermek ve cildi tazelemek prensibine dayanır. Bu amaçla karbondioksit (CO2) lazer kullanılmaktadır. Lazerle cilt yenilemede en üstten çok ince bir tabaka kaldırılarak cildin düzleştirilmesi ve aynı zamanda özel bir teknikle kollagen dokunun gerginleştirilmesi sağlanarak kırışıklıklar yok edilir. Tedaviden sonraki günlerde lazer ile tedavi edilen ciltte yeni kollagen doku oluşumu ve daha genç, su tutma yeteneği yüksek hücreler oluşarak cildin tazelik ve gerginlik kazandığı görülür

19 Haziran 2008 Perşembe

New York




New York, Amerika Birleşik Devletleri'nin nufus bakımından en büyük kenti. Aynı isimli New York eyaleti'nde yer alır. Dünyaca önemli bir siyaset, ticaret, moda, eğlence ve finans merkezidir. Birleşmiş Milletler Genel Konseyi binası bu kenttedir. Fakir semtlerinde ise çok sayıda işsiz ve evsiz yaşar.8,1 milyon olan kent nüfusu, 800 km²'lik bir alanda yaşamaktadır. Çevre banliyöleriyle birlikte New York metropolitan bölgesi 21 milyonluk nufusa sahiptir ve dünyanın en kalabalık yerleşim bölgelerinden birini oluşturur.New York, bir göçmen kentidir. Kentte yaşayan her üç kişiden biri ABD dışında bir ülke doğumludur, İngilizce çeşitli aksanlarla konuşulur. Kentte İngilizce’nin yanı sıra İspanyolca, Little Italy (Küçük İtalya) semtinde İtalyanca, China Town’da (Çin mahallesi) Çince konuşulur. Kent beş bölüme ayrılmıştır: Manhattan, Brooklyn, Queens, Bronx ve Staten Island. Özgürlük heykeli, Empire State Binası, Central Park ve Times Meydanı, Modern Sanat Müzesi, Guggenheim Müzesi ve Modern Tarih Müzeleri şehrin ilgi çekici mekanlarıdır. Gökdelenleri, caddeleri, lokantaları, alışveriş merkezleri ve insanlarıyla, New York turistleri cezbetmektedir

MADRİD




Şehir Hakkında BilgiMadrid, İspanya'nın başkenti ve Madrid ilinin yönetim merkezidir. İber Yarımadası'nın orta kesiminde yer alır.Zengin tarihi mirasının yanısıra canlı bir kültür ve sanat merkezi olarak da önem taşır. Gelişmesi ve ülke ekonomisinde ağırlıklı bir rol kazanması yakın tarihe rastlar. Metropolitan alanın yüzölçümü 1020 km² olup nüfusu 3 milyonu aşkındır.Avrupa'nın en yüksek başkentlerinden biri olan Madrid, Orta Plato'nun dalgalı bir platosunda 635 m yükseklikte yer alır. Yüksek konumu ve hava kütlelerinin etkisine açık olması sebebiyle ani sıcaklık değişiklikleri sık görülür. Yaz ayları boğucu olup sıcaklık bazan 38°C'ye kadar ulaşır. Yıllık ortalama sıcaklık 5-24°C arasında değişir.Madrid'in idari hizmetleri, bankacılık ve sigortacılığa dayanan ekonomisine, ulaşım ağının merkezi olması ve turizmden kaynaklanan gelirler de önemli katkıda bulunur. İkinci Dünya Savaşından sonra sanayi gelişmiş, imalat sektörünün de ağırlığı artmıştır. Başlıca sanayi mamulleri arasında, demiryolu gereçleri ve traktör yapımı, dönüştürme metalurjisi, elektrikli gereçler yapımı, besin sanayii, tekstil, kimya, plastik maddeleri işleme, optik eşya, otomobil ve kamyon motoru yer alır.

JAPONYA

Önemli şehirleri : Tokyo, Osaka, Yokohama, Kyoto, Fukuoka, Hiroshima, Nara
Önemli adaları : Honshu, Kyushu, Hokkaido, Shikoku
Uçuş süresi :
Para birimi : Japon Yeni
Yüzölçümü : 377,873 kilometrekare
Saat farkı : 7 saat ileri (yaz saati uygulaması sırasında 6 saat)
Resmi dil : Japonca
Başkenti : Tokyo
Sıcaklık : Yaz aylarında; 38 derece, kış ayları ise oldukça soğuk geçer. Özellikle, güney kısmı kış aylarında -2,-3 derecelere kadar düşer.
Nüfus : Yaklaşık 127.333.002
Vize : Japonya, Türk vatandaşlarına 3 aydan kısa süreli ziyaretlerde vize uygulamamaktadır.




JAPON KÜLTÜRÜ

Geyşa kültürü: Günümüzde kelime olarak biraz çarptırılmış olsa da, geyşalık Japonlara atalarından, 11. yüzyıldan kalmış olan bir sanattır. Geyşalık; oturma, kalkma, sanatın bir çok dalıyla uğraşma, dans etme, güzel konuşma gibi sıkı disiplin gerektiren çeşitli eğitimlerin sonucunda kademe kademe edinilen bir mertebedir.

Origami: (Kağıt katlama sanatı) Japonya'da dikkat çeken özelliklerden biriside, kağıt katlama sanatıdır. Özellikle turna kuşu şeklinin uğur getirdiğine inanan Japonlar bu inançlarını sanata dönüştürüp, çeşitli festivaller ve törenlerle Origami'yi bir görsel şölene çevirmeyi başarmışlardır.

Bonsai- İkebana: Bonsai, "saksıdaki ağaç", İkebana ise; "yaşayan çiçek" anlamına gelir. Her ikisi de Minyatür ağaç sanatıdır. Japonların modern bir hayat içinde yaşayarak, doğaya olan saygılarını simgelemektedir. Bonsai ve İkebana, ikisi de özel yetiştirilen minyatür ağaçların, dallarının birbirine uyumlu bir şekilde kesilmesi ile ortaya çıkan sanat eserleri konumunda canlı bitkilerdir.

Banruki: (Japon kukla sanatı) Neredeyse yarım insan boyutunda olan kuklalarla, tiyatro sahnelerinde genellikle sosyal içerikli konular işlenir.

Kabuki: Geleneksel Japon dramasıdır. Kıyafetler, renkli dekorasyonlar içinde sergilenen bu sanat dalının konuları, tarihsel ve melodramatik olur.

NEREYİ GEZSEK?

Her özelliği ile size çok farklı hayatlar yaşatacak bir ülke; teknolojinin merkezi, uzay üssü gibi ulaşım olanakları, kimono, gelenek görenekleri, yemekleri, yaşadıkları evleri, geyşalık sanatı, Bonsai, Japon bebekleri ve daha bir çok özelliği ile, Japonya gezinizde bu güzelliklerin hepsini keşfetmeye vakit bulmanız dileğiyle...

BAŞKENT: TOKYO

Tokyo'da çok fazla Japon kültürünü bulabilmeniz mümkün değil! Japon kültürünün incelikleri dışında, gelişmiş bir teknoloji, ucu bucağı belli olmayan ulaşım olanakları, koşuşturan insanlar ve gökdelenlerle karşılaşacaksınız Tokyo'da...

Ancak bu kadar yoğun yaşanan teknolojik hayatın içinde şunu unutmayon ki! "Japonya güzelliklerini çok fazla saklayabilen bir ülke değildir" ne kadar teknoloji gelişse de tapınaklarının güzelliklerini saklayamıyorlar. Tokyo'da çok sayıda müze, tapınak ve galeriyi gezebilir, Shinjuku'de eğlenebilir, Yurakucho da alışveriş yapabilir, Asakusa da bulunan “Kannon Tapınağını” ziyaret edebilirsiniz.

Tokyo'da ışıklardan, ihtişamdan, teknolojiden ve Japonya'yı Japonya yapan otantik yapısından büyülenmek için, Yokohama ile Tokyo'yu birbirine bağlayan köprüyü özellikle gece görmelisiniz.

ŞEHİR: NARA

Japon kültürünün göbeğindesiniz. Kimonolar terlikler, küçük evler, Budizm anlayışı ve tapınaklar, hepsini Nara da bulabilirsiniz. Japonya'nın en eski tapınağı olan "Mutluluk Üreten Tapınağını", Kırmızı Tapınak, Pagoda Tapınağını, Nara Parkı'nda ki tapınakları ve parkın içinde bulunan geyiklerini görebilirsiniz.

ŞEHİR: KYOTO

Tapınaklarıyla meşhur olmuş bir şehir olan Kyoto'da en çok ilgi gören yer; bütün Kyoto'yu tepeden gören terası ile ilgi odağı olan, Kıyomızu ve "altın ev" olarak bilinen tapınaktır.

ŞEHİR: OSAKA

Tokyo gibi metropoliten bir şehirdir. Japonya'ya gelen bir çok turistin alışveriş yapmak için bu şehri seçmesi ile ünlenmiştir. Osaka; Japon kültürü adına, Nara ile Tokyo arasında kalmış denebilir, Nara kadar mistik bir havası yok, Tokyo kadar Avrupai değil. Tam ikisinin ortasında kalmış bir şehir. Osaka, alışveriş olanakları ile modernleşirken, 14. yüzyıldan kalma Himeji Kalesiyle de Japon kültürü yaşanmaktadır.

NE YESEK?



Tabiiki de sushi; çiğ balık denebilir, ama basit bir çiğ balık deyip geçmemek lazım. Sushi'nin pirinçli, avokadolu, karidesli gibi birçok çeşidi bulunuyor. Japon mutfağının sadece sushi'den oluştuğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz demektir.
"Sashimi" Sushi benzerinde bir yemek, tek farkı içinde pirinç olmaması ve soya sosu konularak yenmesidir.
Japonya'nın Türk yemeklerine benzeyen lezzetleri de yok değil.
"Gyoza" Mantı tarzında bir yemektir.
"Gohan" Pirinç pilavı benzerinde bir yemek sadece tuzsuz (shio) denebilir. Japon yemekleri hakkında ufak bir ayrıntı; bu ülkede restoranlarda tuz bulma konusunda zorlanabilirsiniz.

Tabii ki de Japon yemeklerinden hoşlanmazsanız Japonya gibi ziyaretçi akının uğrayan bir ülkede her tarzda yemeği bulabileceğiniz bir çok seçkin restoran bulabilirsiniz.

NE ALSAK?

Alışveriş için Tokyo'yu ve Osaka’yı seçebilirsiniz. Büyük alışveriş merkezleri ve birçok ünlü butik bu şehirlerde yer alıyor. Teknolojinin merkezine gelip de elektronik aletler almamak olmaz. Aradıklarınızı genellikle Tokyo'da ki büyük alışveriş merkezlerinde bulabilirsiniz.
Ancak alışveriş yaparken Japonya’nın ve özellikle Tokyo'nun çok pahalı bir şehir olduğunu unutmayın.

Kimono: Japon kültürünün en belirgin özelliklerinden birisi de kimonodur. Renkli, desenli ve hepsi sanki birer tabloymuş gibi görüntüsü ile herkesin çok beğendiği bir kıyafettir. Kimonolar sadece özel günlerde ve “İkebana”(çiçek düzenleme sanatı) denilen günlerde giyiliyor. Japonya gezinizin ardından kendinize ve sevdiklerinize armağan olacak en güzel hediye, kimono olacaktır.

EĞLENCE ZAMANI

Japonya'da tamamen farklı tarzları yaşayabileceğiniz bir eğlence kültürü vardır. Bunraku, Kabuki gibi geleneksel sanatları artık sadece Tokyo Ulusal Tiyatrosu'nda devam etmektedir. Modern eğlence anlayışını ise, Tokyo gibi metropol şehirlerde bulabilirsiniz, barlarda, restoranlarda eğlenebilir ya da Japonya'nın kumarhanelerinde paçinko oynayabilir, kareoke barlarda şarkılar söyleyebilir, ve tabii ki de Japonya'nın geleneksel içkisi saki içebilirsiniz.

ŞEHİR İÇİ ULAŞIM

Ulaşım konusunda Japonya hakkında çok fazla bir şeyden bahsetmenin gereği yok. Özellikle tren sistemleri o kadar çok gelişmiş ki "bu kadar da olmaz" diyerek hayretler içinde kalabilirsiniz. Uzay mekiğini andıran ulaşım sistemi ile gideceğiniz yere en kısa sürede ve rahat bir şekilde ulaşabilirsiniz. Bu arada, Japonya'da trafiğin "soldan" olduğunu da unutmayınız.

İç: Sado ve çay törenlerinde O-cha (yeşil çay) iç.
Gör: Tokyo kulesini gör.
Gez: Kanon tapınağını gez.
Eğlen: Kareoke barlarda eğlen.
Unutma: Japonya'da yemeklere tuz konulmadığını unutma.
Satın al: Kimono ve setta (parmak arası terlik) al.
Dikkat et: Çok pahalı bir ülke ne kadar para harcadığına dikkat et.

18 Haziran 2008 Çarşamba

BERLİN

Berlin


Berlin, Almanya'nın başkenti ve en büyük şehridir.II.Dünya Savaşı öncesinde 4.3 milyon kişinin yaşadığı şehirde 2005 itibariyla 3.4 milyon kişi yaşamaktadır. Berlin, kuzey Almanya'da, Spree ve Havel nehirlerinin arasındaki kumluk bölgeye kuruludur. 1949'dan 1990'a kadar Doğu ve Batı Berlin olarak ikiye ayrılmıştı. Aradaki duvara da (Berlin Duvarı) sonradan utanç duvarı denmiştir
Kasım 1989'da Doğu ve Batı kısmı ikiye ayıran duvar yıkıldıktan sonra Berlin tekrar bir bütün olmuştur. Berlin'in doğu tarafında yoğun bir restorasyon yaşanmaktadır.Kenti ikiye bölen Spree Nehri'nin, iki kıyısında, Cölln ve Berlin adlı iki balıkçı köyü olarak bölünmüş bir halde iken ilk kez 1307 yılında birleşti. Brandenburg'un (sonra Prusya'nın) başkentiydi. 18. yüzyıla kadar o kadar mühim bir şehir değildi. Ancak Prusya'nın güçlenmesi sürecinde kuzey Almanya, sonra Avrupa'nn bir siyasi, iktisadi ve kültürel merkezi oldu. 1871 yılında Alman İmaparatorluğu'na bağlandı, Hitler zamanında harabeye döndü, müttefik devletler tarafından işgal edildi.İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra şehir Doğu ve Batı Berlin olarak ikiye ayrılmıştır. Kentin imparatorluk merkezi Mitte'de doğuda kaldı. Berlin'i inşa eden mimar Karl Friederich Schinkel'in tasarladığı binalar, büyükelçilikler, saraylar, müzeler hep o tarafta kaldı. Türkiye'den çalınan Bergama Sunağı'nın sergilendiği dünyanın en önemli müzelerinden biri olan Bergama Müzesi , Cölln ile Berlin'i birleştiren anlaşmanın yapıldığı St. Nicholas Kilisesi de Doğu Berlin'de kaldı. Kent tekrar birleştiğinde Berlin her şeyin çiftine sahip oldu. İki parlamento binası, iki büyük üniversite, iki büyük havaalanı, iki kent merkezi ve iki Mısır müzesi vardır
netten alıntıdır

Rio De Janeiro




Şehir Hakkında Bilgiİnsanlar renklidir, yaşam renklidir, karnaval renklidir, gece hayatı renklidir. Her şeyi ile renkli bir şehirdir.Rio De Janeiro , Brezilya'nın önemli şehirlerinden olmasının dışında adından oldukça söz edilen bir şehirdir. Uzun kumsalları, karnaval coşkusunun yaşanması, binaları, yapıları, yaşam tarzları ve yemek kültürleri ile gezmekten keyif alacağınız bir şehir.KumsallarıRio'yu anlatmak için bir çok kavram kullanılabilir. Karnaval, kahve, renkli bir yaşam tarzı ve kumsallar, deniz güneş kum... Rio'da kumsalların apayrı özellikleri vardır. Özellikle Türkiye'de kış mevsimi yaşanırken Brezilya'da yaşanan yaz ayları "bir yudum güneş arayan" gezginler için oldukça güzel bir nedendir. İlk bakışta kumsallarda ki yoğun kalabalık biraz gözünüzü korkutabilir, ancak zamanla sizde bu kalabalığın içinde keyifli vakitler geçirebileceğini anlayacaksınız. Rio'nun plajlarında güneşlenmenin dışında bir çok aktivitede bulunabilirsiniz. Başta plaj futbolu olmak üzere bir çok sportif aktiviteye katılabilirsiniz. Unutmayın en iyi bronzlaşma, hareket halindeyken olur.Rio'yu özellikle Şubat aylarında yapılan meşhur Rio Samba Karnavalı sırasında gezenler bu soruya bir türlü yanıt veremezler. Çünkü çoğu zaman Karnaval Rio'nun önüne geçer. Upuzun palmiye ağaçları, dev dalgalı uçsuz bucaksız kumsallar, 30 metre yüksekliğindeki Corcovado anıtı... Bunların hepsi Rio'nun simgeleri ama ille de samba, ille de samba... Rio Samba Karnavalı ilk kez 1923 yılında yapılmış. İnanması güç de olsa bu çılgın karnavalın katı kuralları var. Orada sadece dans edilmiyor, rengarenk, hayal gücünün sınırlarını zorlayan kostümlerle geçit yapılmıyor. Karnavalda yeni bir hayat kurmanın yarışı var aslında. 3 gün süren Rio Samba Karnavalı ile ilgili birkaç önemli bilgi verelim. Karnaval'da aslında iki lig bulunuyor. Ligin takımlarını Rio'daki dans okulları oluşturuyor. Birinci ligde 16, ikinci ligde 18 takım var. Dans okullarının 3 bin ila 5 bin arasında dansçısı mevcut. Dansçılar yıl boyunca tüm maharetlerini sergileyerek Sambodromo Caddesi'ndeki resmi geçitte yer almanın savaşını veriyorlar. Karnavalda dans edebilmek geçim zorluğu çeken Brezilyalılar için kurtuluşa açılan bir kapı aslında. KarnAval geçidine katılan bir okul, 1.4 kilometrelik yolu yaklaşık 2 saatte sürekli dans ederek geçiyor. Her okulun kullanabildiği iki renk var. Yani giysiler ve dekorlar seçilen bu iki renkle bezeniyor. Karnaval sonunda yılın şampiyon dans okulu seçiliyor. Danscılar yeni bir geleceğe yol almanın planını yaparken neredeyse tüm Rio, kumsallara akıyor.

Düşük riski ve düşük tehdidi

Gebeliğin 20. haftası tamamlanmadan önce (ya da bebek 500 gramlık ağırlığa erişmeden önce) herhangi bir nedenle gebeliğin bitmesine düşük adı verilir. Gebeliğin yasal sınırlar içerisinde istek üzerine aile planlaması amacıyla sonlandırılmasına yasal tahliye, başka bir nedenle (anne adayının sağlık durumunun gebeliğin devamına izin vermemesi, bebekte yaşamla bağdaşmayan anomaliler olması veya ölmüş olması) sonlandırılmasına ise tıbbi tahliye adı verilir. Aşağıda kendiliğinden oluşan düşüklerle ilgili bilgiler verilecektir.Bazı tanımlamalarAnembriyonik gebelik (anembriyonik=embriyo olmayan yani "boş" gebelik; ingilizce=blighted ovum)Yapılan ultrasonda gebelik haftasına göre embriyo görülmesi gerekirken, embriyonun görülememesi durumudur. Embriyonun abdominal (karından yapılan) ultrasonografide takriben 6 haftalıkken, vajinal ultrasonografide ise takriben 5.5 haftalıkken görülememesi durumunda anembriyonik gebelik düşünülür (Ancak gebelik haftası değerlendirmesi yapılırken son adet tarihi baz alındığında oluşabilecek hatalar nedeniyle (geç yumurtlama gibi), haftaya bağlı yorum çok dikkatli yapılmalıdır). Gebelik kesesi bu durumda haftasına uygun büyüklükte olabileceği gibi, normalden büyük ya da küçük olabilir. Embriyo gebeliğin erken aşamasında aşağıdaki anlatılacak nedenlerden birine bağlı olarak ölmüş ve rezorbe olarak ("eriyerek") görülmez hale gelmiş, ya da baştan beri hiç gelişmemiştir. Gebelik hormonları belli bir süre daha etkili olmaya devam eder ve belli bir süre sonra (ortalama 1 hafta içinde) gebeliğin düşükle sonuçlanması beklenir.Anembriyonik gebelik tanısının kesin olduğu durumlarda tıbbi tahliye uygulanmalıdır. Şüphede kalınan durumlarda ikişer gün aralıklarla tercihan vajinal ultrasonografide gebelik kesesinin büyümesi izlenebilir ve /veya beta HCG değerlerinin normal artıp artmadığı araştırılabilir (beta HCG bu dönemde 48 saatte bir yaklaşık iki katına çıkar ve gebelik kesesi günde ortalama 1.2 milimetre büyür). Gebelik kesesinin büyümemesi, küçülmesi veya gerekenden yavaş büyümesi durumunda yine anembriyonik gebelik tanısı konarak gebelik sonlandırılmalıdır.Bozulmuş gebelikAnembriyonik gebelikle benzer bir durumdur. Sıklıkla gebelik kesesinin düzensiz olarak izlendiği durumlarda bu tanı konur. Normalde yusyuvarlak olması gereken gebelik kesesi düşükten hemen önceki dönemde düzensiz hale gelebilir ve yine sıklıkla kesenin etrafında az miktarda kan birikimi olur. Bozulmuş gebelik ifadesi genellikle bu durumu tarif etmek için kullanılır. Tanı konduktan sonra tıbbi tahliye ile gebeliğe son verilir.Missed abortion (missed abortus da denir)Embriyo öldükten belli bir süre sonra anne adayının kanına bazı maddeler geçmeye başlar ve kısa süre içinde gebelik hormonları da azalmaya başlar. Takiben gebelik belirtileri giderek azalır. Döllenen yumurta hücresinin üretilmiş olduğu yumurtalıkta, ovulasyondan hemen sonra çatlamanın oluştuğu bölgede ortaya çıkan ve gebeliğe erken dönemde progesteron desteği veren corpus luteum (korpus luteum okunur) yapısı da çöker. Buna bağlı olarak hormon desteğini yitiren gebelik, uterus kasılmalarıyla kendini dışarıya atma işlemlerine başlar. Bu işlemler genellikle embriyo öldükten sonraki birkaç gün içinde başlar ve bir haftanın sonunda ağrı ve kanamayla gebelik ürünleri dışarı atılır. Embriyonun ölmesinin üzerinden 2 hafta geçmiş olmasına rağmen düşük eyleminin başlamamasına missed abortus ("beklenen ama gerçekleşmeyen" düşük) adı verilir. Bu tanı giderek azalmaktadır, zira günümüzde embriyonun ölü olduğu farkedildiğinde kısa zamanda tıbbi tahliye önerilir. Bu tanı en sık ultrasonda son adet tarihine göre olması gereken embriyo gelişiminin en az iki hafta geri kaldığı ölmüş embriyo (12. haftadan sonra fetus denmelidir) görüldüğünde konur. Tedavi yine gerekli ön tetkikler sonrası tıbbi tahliyedir. IUMF: Inutero mort fetalis (=fetusun ölmesi) Fetusun herhangi bir nedene bağlı olarak öldüğünün gözlenmesi durumunda bu tanı konur. Ölüm gerçekleştikten sonra anne adayının kanına geçen bazı maddelerin etkisiyle ve hormonların azalmasıyla sıklıkla en geç iki hafta içinde düşük eylemi kendi kendine başlar. Ancak günümüzde bu tanı konduğunda beklemek yerine gerekli ön tetkikleri takiben tıbbi tahliye önerilir.Bu aşamada bir konudan daha bahsetmekte fayda vardır: Herhangi bir nedenle embriyo ya da fetus öldüğünde anne adayının kanına geçen maddeler kan pıhtılaşma mekanizmasını olumsuz yönde etkileyen maddelerdir. Bebek öldüğünde gebelik haftası ne kadar ileriyse ve ölümün üzerinden geçen gün sayısı ne kadar fazlaysa kan pıhtılaşmasının olumsuz yönde etkilenme riski o kadar fazladır. Bu pıhtılaşma bozukluğu basit bir şekilde yanlızca pıhtılaşma zamanını hafifçe etkileyen ve uzatan bir bozukluk olabileceği gibi, tüm pıhtılaşma faktörlerinin kısa zamanda tükenmesiyle sonuçlanan ciddi bir durum olabilir. DIC (Disseminated intravascular coagulopathy, yaygın damariçi pıhtılaşması) adı verilen bu durum kanamaya bağlı ölüme bile neden olabileceğinden, bebeğin ölü olduğu saptandığında gerekli ön tetkikler yapıldıktan sonra fazla beklenmeden gebeliğin tahliye edilmesi tercih edilir. Halk arasında bu durum "ölü bebeğin anneyi zehirlemesi" olarak bilinir. DIC ihtimalini araştırmak için kan pıhtılaşmasını değerlendiren testlerin fetusun ölü olduğu tüm durumlarda yapılması gerekir. Özellikle yüksek riskli durumlarda (büyük gebelik, fetusun uzun zamandan beri ölü olduğundan şüphelenilmesi) tahliye öncesi hastanın kan grubuna uygun olarak taze kan hazır bulundurulması da önemlidir. Spontan (kendiliğinden) abortusBozulmuş gebelik veya anembriyonik gebelik oluştuğunda, bebek öldüğünde yukarıda anlatıldığı gibi fizyolojik mekanizmalar devreye girer ve uterusun içini boşaltarak gebelik öncesi duruma getirmeyi amaçlar. Bu da kendini gebeliğin ilk 20 haftasında kanama, ağrı ve beraberinde "parçalar" düşürme şeklinde gösterir. Gebelik haftası ilerledikçe kaybedilen kan miktarı artar ve düşen "parçaların" hacmi de daha fazla olur. Muayenede serviks (rahimağzı) açıktır ve dışarıya kan ve gebelik ürünlerinin çıktığı gözlenir. Düşük eylemi vücudun kendisi tarafından başlatılmıştır.Düşük eyleminin kendi kendine başlayıp bitmesi durumunda komplet abortus (tamamlanmış düşük) deyimi kullanılır. Özellikle ilk 6 haftasında veya 14 haftalıktan büyük olan gebeliklerde oluşan düşüklerde sıklıkla komplet abortus oluşur. Muayenede kanamanın az olduğu gözlenirse ve tercihan vajinal ultrasonografide uterusun içinin tamamen boşaldığı gözlenirse ek müdahale gerekmez. Bazı durumlarda ise düşük eylemi başlar ancak uterusun içinin kendi kendine boşalması uzun sürer ve bazen de tam boşalma hiç gerçekleşmez. Bu duruma da inkomplet abortus (tamamlanmamış düşük) adı verilir. Özellikle 6 hafta ile 14 haftalık gebeliklerin düşükle sonuçlandığı durumlarda zarlar ve yeni gelişmekte olan plasenta uterusa sıkıca tutunmuş olduklarından uterus kasılmaları bu yapıları yerinden söküp dışarı atmakta zorlanır. Düşük eylemi sürdükçe uterus tam boşalamamış olduğundan kanama devam eder. Bu durumlarda hem kanamayı durdurmak, hem de içeride kalan parçaların enfeksiyona yolaçmasını önlemek için kürtaj yapılması gerekir. Kürtaj, gebelik haftasına göre değişmek üzere, 10. haftaya kadar genellikle plastik boru şeklinde aletlerle uterus içinde kalan parçaların temizlenmesi işlemine verilen isimdir. Plastik borular, arka kısımlarına takılan vakumun emici etkisiyle ve yine uçlarının nispeten keskin olması nedeniyle uterus duvarına yapışık halde bulunan "parçaları" uterus dışına çekerler. Bazı durumlarda aynı işlem küret adı verilen :-):-):-):-)l aletler yardımıyla hafifçe kazınarak yapılması gerekebilir. Rest plasenta ("parça kalması")Düşük sonrası veya yasal tahliye sonrası uterus içinde plasenta ve gebeliğe ait diğer bazı parçaların kalmasına verilen isimdir. Kanamayı durdurmak ve enfeksiyonu önlemek için genellikle kürtaj uygulanması tercih edilir.Habituel abortus (tekrarlayan düşükler)Bir kadının en az iki kere (bazı ekollerde üç kere) düşük yapmasına verilen isimdir. Düşük neden olur?Oosit (yumurta hücresi) döllendiği andan itibaren gebelik başlar. Döllenen yumurta hücresi Fallop tüpünde ilerleyerek uterus içine ulaşır ve burada en uygun yerde yerleşir. Bu yerleşme (implantasyon) sonrasında beta HCG salgısı başlar. Doğanın en önemli görevlerinden biri yeryüzünün canlılara sunduğu sınırlı kaynaklarından en mükemmel olan canlıların faydalanmasını sağlamaktır. Bunun için de doğa(l) mekanizmalar yeni canlı oluşumunun her aşamasında ve hatta canlılar dünyaya geldikten sonra da hayatın her aşamasında devreye girerek tüm canlılar bir sınava tabi tutulur, "hatalı" olanlar ortadan kaldırılır ve kusursuz olanlara "yer açılır". "En mükemmel" olan burada genetik, yapısal ve işlevsel olarak en mükemmel olan anlamında kullanılmaktadır. Doğal seleksiyon (seçim) adı verilen bu fizyolojik mekanizma "hatalı" olan organizmaları bulur ve yukarıda anlattığımız gibi, mükemmel olanlarına yer açmak için bir anlamda kendi yaptığı hataları yokederek düzeltmeye çalışır. En dar anlamda bakıldığında "düşük" bu fizyolojik mekanizmanın dışavurumlarından biri olarak görülebilir. Doğal seleksiyonun düşük eyleminde en önemli özelliklerinden biri en erken dönemlerde devreye girmesidir. Hata henüz büyük boyutlara ulaşılmadan bertaraf edildiğinde mekanizma daha iyi işler. Bu nedenle her ne kadar "düşük" terimini ilk 20 hafta içinde oluşan bir olay olarak tarif etmiş olsak da aslında düşükler en sık gebeliğin oluştuğu ilk günlerde oluşur ve önemli bir kısmı da henüz adet gecikmesi gibi gebelik belirtileri oluşmadan, yani kadın gebe olduğunu algılamadan meydana gelir. Döllendikten hemen sonra süreç işlemeye başlar ve döllenmiş olan ancak "kalitesi düşük" yumurta hücresi hemen yokedilmeye çalışır. Bu süreç o kadar hassas işler ki, bu aşamadan adet gecikmesi olan gebeliğin dördüncü haftasına kadar oluşmuş olan gebeliklerin yaklaşık %25'i düşükle sonuçlanır. Bu gerçeği beta HCG hormonu ölçüm yöntemleri geliştirildikten sonra anlamış bulunuyoruz. Yukarıda anlattığımız gibi implantasyon (uterus içinde yerleşme) oluştuktan hemen sonra başlayan beta HCG salgısı hassas laboratuar incelemeleriyle ölçülebilmekte ve kadında henüz adet gecikmesi olmadan beta HCG salgısının arttığının gözlenmesiyle gebelik tanısı kesin konabilmektedir (gebeliğin tanısı hakkında daha ayrıntılı bilgi almak için tıklayın). Bu aşamada henüz biyolojik olarak gebelik başlamamış olduğundan ve kan biyokimyasına göre (yani beta HCG artışına göre ) gebelik tanısı konduğundan gebeliğe "kimyasal gebelik" adı verilir. Doğal seleksiyonun diğer bir özelliği de hatalarını düzeltme yönündeki tutumunu "inatçı" bir şekilde devam ettirmesidir. Kadında adet gecikmesi olduktan sonra da takip devam eder ve tanısı konmuş gebeliklerin yaklaşık %15'i de gebeliğin ilerleyen haftalarında düşükle sonuçlanır. Yani bunun anlamı, oluşmuş gebeliklerin yaklaşık %40'ı düşükle sonuçlanmaktadır! Bu durum doğanın çok hata yapmasından değil, en ufak hataları bile "affetmemesinden" kaynaklanan bir durumdur.Gebelik haftası ilerledikçe gebeliğin düşükle sonuçlanma olasılığı azalır. Zira doğal seleksiyon süreci "hatalı gebelikleri" sıklıkla erken gebelik haftalarında yakalar ve sonlandırır. Nitekim düşüklerin %80'i gebeliğin ilk 12 haftasında gerçekleşir ve bu haftadan sonra düşük riski giderek azalır. Yapılan bazı çalışmalar bebeğin ultrasonografide kalp atışlarının gözlenmesi durumunda düşük riskinin %3'e kadar düştüğünü göstermektedir. Yukarıda anlattığımız bu doğal seleksiyon süreci elbette her düşüğün nedeni değildir. Özellikle tekrarlayıcı düşüklerin önemli bir kısmı, kadında varolan bazı yapısal kusurlara (uterus şekil bozuklukları gibi), hormonal dengesizliklere (polikistik over gibi, tiroid işlev bozuklukları gibi), kadında ve /veya erkekte varolan genetik bazı kusurlara bağlı (dengeli translokasyonlar gibi) olarak da oluşabilir. Aşağıda bu nedenlerin daha geniş bir listesini bulacaksınız.Ancak şunu kesinlikle söyleyebiliriz: Erken gebelikte ortaya çıkan düşüklerin %50'sinden fazlası bebekte tesadüfi olarak ortaya çıkan ve tekrarlayıcı özelliği bulunmayan kromozom anomalilerine bağlı meydana gelir. Düşük esnasında gebelik haftası ne kadar ufaksa nedenin böyle olma olasılığı o kadar yükselir. Bu yüzden de düşük, üreme çağında bulunan kadınların sıklıkla yaşadığı ve çoğunlukla tekrar etmeyen bir durum olarak kabul edilebilir.Doğal seleksiyon elbette her üretim hatasını saptayamaz ve bazı gebelikler hatalı üretilmiş olmalarına karşın devam eder. Doğal seleksiyon süreci bu hataları gebeliğin ilerleyen haftalarında yakaladığında kendini geç düşükler ya da erken doğum, ölü doğum şeklinde belli edebilir. Esasen erken doğumların bir kısmının nedeni de budur. Doğal seleksiyon hatalı üretimi doğuma kadar yakalayamadığında yeni doğan döneminde yakalayabilir. Yeni doğan ölümlerinin önemli nedenlerinden biri de anomalili doğmuş bebeklerdir.Kimlerde düşük yapma riski daha yüksektir?Anne (ve baba adayının) gebeliğin oluştuğu esnada yaşı ne kadar yük:-):-):-):-)e ve kadının daha önceden yaşadığı gebelik sayısı ne kadar fazlaysa gebeliğin düşükle sonuçlanma riski de o kadar artar. Bu doğaldır, zira yaş arttıkça gamet hücrelerinde (kadınlarda yumurta hücresi, erkeklerde sperm) genetik bozukluklar meydana gelme olasılığı ve bu meydana gelen bozukluğun döllenmiş hücreye geçme olasılığı artar. 20 yaşından daha genç olan anne adaylarında düşük riski yaklaşık %10 iken (gebelik tanısı konulan gebeliklerin düşük oranı), 40 yaşından daha ileri yaşta olanlarda bu risk %30 civarındadır. Baba adayının yaşının 40'ın üzerinde olduğu gebeliklerde de düşük riski iki kat artar.En önemli etken olan anne ve baba adayı yaşı dışında, anne adayında hormonal bazı hastalıklar (polikistik over, hipotiroidi (tiroid bezinin az çalışması)), kronik hastalıklar (özellikle kalp, karaciğer ve böbrek hastalıkları, bazı otoimmun hastalıklar, tüberküloz, kanser, ileri derecede kansızlık), jinekolojik hastalıklar (uterus şekil bozuklukları, uterusta yapışıklıklar, myomlar, tedavi edilmemiş bazı vajinit türleri, sigara ve alkol kullanımı ve mesleki olarak bazı maddelere sürekli maruz kalma da düşük oluşma riskini artırır.Daha önceki gebeliklerinden biri düşükle sonuçlanmış olan anne adaylarında da yeni bir gebeliğin düşükle sonuçlanma riski hafifçe artar. Daha önce yapılan iki veya daha fazla düşükte ise önceden gerçekleşmiş düşük sayısı arttıkça yeni gebeliğin de düşükle sonuçlanma riski artar. Her ne kadar düşük sayısı arttıkça yeni oluşan bir gebeliğin de düşükle sonuçlanma riski yükselse de, istatistikler üç veya çok daha fazla sayıda düşük yapmış anne adaylarında bile sağlıklı bir bebek doğurma olasılığının %55 ile %75 arasında olduğunu göstermektedir.Yeni doğum yapmış bir anne adayında doğumdan sonraki ilk üç ayda oluşan gebeliğin de düşükle sonuçlanma riski nispeten yüksektir.Düşük nasıl belirti verir?Düşüğün "olmazsa olmaz" belirtisi kanamadır. Erken gebelik haftalarında kanamanın beraberinde ağrı olmayabilir ve "parça düşürme" de "parçaların" ufak olması nedeniyle algılanamayabilir. Düşük tehdidi nedir?Gebeliğin ilk yarısında kanama ya da kanlı akıntı olması durumunda yapılan jinekolojik muayenede kanamanın uterus dışında bir yerden gelmediğine emin olunduğunda düşük tehdidi tanısı konur. Bazı anne adaylarında basur kanaması, idrar yollarındaki kanama, ya da serviksteki bir hastalığa bağlı olarak özellikle cinsel ilişkiden sonra oluşan kanama da yetersiz bir değerlendirme sonucu düşük tehdidi sanılabilir. Bu nedenle "düşük tehdidi" tanısını hemen koymadan komple bir jinekolojik ve genital muayene ihmal edilmemelidir. Anne adaylarının çoğu bu muayeneye karşı isteksizdir. Ancak jinekolojik muayene ve/veya ultrasonun düşüğe neden olduğu konusunda bilimsel bir veri bulunmamaktadır. Gebeliğin erken dönemlerinde oluşan kanamanın diğer nedenlerini de asla gözardı etmemek gerekir. Bunlar arasında en önemlileri dış gebelik, mol gebeliği, selim ve habis tümörler, sindirim sisteminden veya idrar yollarından olan kanamalardır.Beklenen adet döneminde oluşan kanama ("üstüne görme"), implantasyonda (beklenen adetten bir hafta önce) oluşan kanama, 8. hafta civarında plasentanın corpus luteum işlevlerini üzerine almasına bağlı oluşan kanama da sağlıklı seyreden bir gebelikte ender olarak görülen "lekelenmenin" nedeni olabilir.Düşük tehdidi tüm gebeliklerin %20-25'inde görülen ve özellikle erken gebelik haftalarında %40-50 düşükle sonuçlanan bir durumdur. Düşük tehdidi kanaması genellikle hafiftir ancak günler hatta haftalar sürebilir. Kanama miktarı arttıkça düşük tehdididin düşükle sonuçlanma riski de artar. Gerçek bir düşük tehdidi geçiren anne adaylarında gebeliğin ilerleyen haftalarında da erken doğum, bebekte gelişme geriliği gibi normaldışı bir durum ortaya çıkma olasılığı nispeten artar. Bu nedenle bu tanıyı almış anne adaylarının gebelik döneminde ve doğumdan hemen sonraki dönemde daha sıkı takip edilmeleri uygundur.Düşük tehdidi tanısı koyabilmek için jinekolojik muayenede serviksin kapalı olduğu gözlenmeli ve ultrasonda bebeğin kalp atışlarının olduğu gözlenmelidir. Bebeğin kalp atışlarının henüz ultrasonla gözlenemeyecek kadar ufak olduğu veya henüz embriyonun bile görülemediği erken gebelik haftalarında ise uterus içinde gebelik kesesinin düzgün yapısının devam ettiği gözlenmelidir. Düşük tehdidi durumunda ne yapılmalıdır?Düşük tehdidi tanısı konduğunda cinsel ilişki uterusta kasılmalara yolaçtığından yasaklanır. İstirahat edilmesi de dahil olmak üzere düşük tehdidinde alınan önlemlerin kesinlikle başarılı olduğu yönünde bilimsel veriler mevcut değildir. Progesteron tedavisi sık uygulanmasına karşın bunun da etkili olduğunu söylemek için elimizde yeterli bilimsel veri mevcut değildir. Hatta bazı çalışmalar bu tedavinini önlenmesi imkansız olan bir düşüğü geciktirdiğini göstermektedir.Düşüklerden sonra mutlaka uygulanması gereken anti-D immunglobulin (Rhogam, yani "uyuşmazlık iğnesi") kan uyuşmazlığı olan çiftlerde ihmal edilmemelidir.Gebeliğin sağlıklı olup olmadığını değerlendiren testlerBeta HCGBeta-HCG, gebelik oluştuktan yaklaşık 6 gün sonra (gebelik ürünü endometriuma yerleştikten sonraki ilk saatlerde) kana geçmeye başlar. Hassas gebelik testleri, kanda beta HCG'yi henüz adet gecikmesi olmayan bir dönemde, son adet tarihinden sonraki 24. günde saptayabilirler. Beklenen adet geciktiğinde kanda beta HCG oranı yaklaşık 100-600 IU/l'dir. Bu seviye 8-10. haftalar arasında 100.000 IU/l'lik maksimum seviyeye ulaştıktan sonra giderek azalır ve 20. haftadan itibaren gebeliğin sonuna kadar 10.000'lik seviyede kalır.Eczanelerde satılan testler güvenilir midir?Bu testlerde iki sorun vardır: Öncelikle bu testler idrardaki beta HCG'yi saptadıklarından, kandaki beta HCG belli bir seviyeye ulaşıp idrara da yansıyana kadar, gebelik olmasına karşın negatif sonuç verebilirler. Testin hassasiyetine bağlı olarak, idrarda beta HCG saptanması, adet gecikmesinin bir hafta ile 10 gün sonrasına kadar gerçekleşmeyebilir. Diğer bir sorun da LH adı verilen ve ovulasyonun yönetiminden sorumlu olan hormon yapısal olarak beta HCG'ye çok benzer ve özellikle eski teknolojiyle çalışan testler LH'yı beta HCG sanarak yanlış bir şekilde gebeliğin pozitif çıkmasını sağlayabilirler. Bu tür testler özellikle LH'nin yumurtlamadan önceki fizyolojik yükseldiği dönemde uygulandıklarında pozitif sonuç vererek yanıltabilirler. Bu yüzden piyasadan satın aldığınız testin özellikleri hakkında bilgi edinmeniz ve mümkün olan her durumda klinik veya hastanelerde kullanılan hassas testleri yaptırmanız daha uygundur.Gebeliğin seyrinin sağlıklı olup olmadığı konusunda kanda seri beta HCG ölçümleri değerli bilgiler verir. Normal bir intrauterin (rahimiçi) gebelikte 48 saat arayla yapılan ölçümde (kural olmamakla beraber) beta HCG seviyesinin iki kat artması beklenir. Bu artış olmadığında veya düşüş gerçekleştiğinde dış gebelik veya bozulmuş gebelik söz konusu olabilir. Kesin tanı elbette klinik ve ultrasonografi bulgularıyla beraber konur.Yine kandaki beta HCG seviyesi haftaya göre aşırı yüksek bulunduğunda (çoğul gebelikte olması gerekenden bile yüksek olduğunda) mol gebeliği veya Down sendromu gibi normaldışı bir durumdan şüphelenilebilir. Yine kesin tanı diğer tanı yöntemleri beraberce kullanılarak konur.UltrasonografiTransvajinal ultrasonografi abdominal (karından yapılan) ultrasonografiye göre daha güvenilir bilgiler verir ve gebelik yapıları vajinal yolla bakıldığında abdominal yola göre bir hafta daha erken görülebilir. Gebelik kesesi çapı, gebelik kesesinin düzenli olup olmaması, yolk sac (yolk sak okunur) adı verilen yapının büyüklüğü ve özellikleri, fetusun boyu ve kalp atışlarının gözlenip gözlenememesi, fetusun kalp atım sayısı gibi özellikler gebeliğin seyri hakkında değerli bilgiler verir. Bunların beraberce veya birbirini takipeden sırada değerlendirilmesi düşük riski olan anne adaylarında gebeliğin durumu hakkında iyi bir kılavuz olabilir. Beta HCG değerinin 1500 IU/l olmasına karşın transvajinal ultrasonda gebelik kesesinin görülememesi, 6000 IU/l olmasına karşın transabdominal ultrasonda gebelik kesesinin görülememesi durumunda dış gebelik söz konusu olabilir. Yine transvajinal ultrasonda gebelik kesesi 13 mm. ve daha büyük olmasına karşın yolk sac yapısının henüz gözlenememesi, kesenin 17 mm. ve daha büyük olmasına karşın embriyonun gözlenememiş olması gebeliğin sağlıklı olmadığını düşündürür.Düşüğün tekrarlama riski nedir?Bir kez düşük yapan kadının sonraki gebeliğinde tekrar düşük yapma riski %20'dir. Üç ve daha fazla sayıda düşük yapmış bir kadının ise yeni bir gebelikte tekrar düşük yapma riski yaklaşık %50'dir.Her ne kadar düşük sayısı arttıkça yeni oluşan bir gebeliğin de düşükle sonuçlanma riski yükselse de, istatistikler üç veya çok daha fazla sayıda düşük yapmış anne adaylarında bile sağlıklı bir bebek doğurma olasılığının %55 ile %75 arasında olduğunu göstermektedir.Düşükten ne kadar sonra gebe kalınabilir?Bir kez düşük yaşadıysanız, yaşadığınız düşük mol gebeliğine bağlı değildiyse, düşük sonrasında aşırı kanama, enfeksiyon gibi normal dışı bir durum söz konusu olmadıysa, tedavi gerektiren bir hastalığınız yoksa yaşadığınız düşük muhtemelen tekrarlayıcı özelliği yüksek olmayan bir düşüktür ve ileri inceleme gerektiren bir durum da değildir. Kendinizi psikolojik olarak yeni bir gebeliğe hazır hissettiğinizde yeniden gebe kalabilirsiniz.Yukarıdakilerden daha farklı bir durumdaysanız (birden fazla düşük, mol gebeliği, düşük sonrası problem, kronik bir hastalığın varlığı gibi) doktorunuza danışmalı ve gerekli inceleme ve tedaviler sonrasında gebe kalmalısınız.
netten

ICSI ( İntra sitoplazmik sperm enjeksiyonu = Mikroenjeksiyon)

Sperm hücrelerinde ileri derecede sayı, hareket ve şekil bozukluğu görülen erkekler için geliştirilmiş bir yöntemdir. IVF ile döllenme elde edilemeyen vakalarda da kullanılır. Mikroinjeksiyon işlemi, özel bir mikroskop kullanılarak her bir yumurtanın içine seçilmiş bir adet sperm hücresinin yerleştirilmesidir. Tüp bebek te kullanılan bir tekniktir.

netten

SAÇ KAYBI





Saç kaybı özgüveni sarsıyor
Avrupa’da 5 ülkede yapılan bir anket çalışması, saç dökülmesi yaşayan erkeklerin, bedenlerine ilişkin özgüvenlerinde önemli sorunlar yaşadığını ortaya koydu. Uluslararası ilaç firması Merck Sharp&Dohme’nin desteğiyle Gallup Spain adlı araştırma şirketi tarafından Almanya, Fransa, İtalya, İspanya ve Birleşik Krallık’ta (Britanya) yaklaşık bin 500 erkeğin katılımıyla gerçekleştirilen araştırma, saç kaybının erkeklerdeki psiko-sosyal etkilerini gözler önüne seriyor.
Çalışmaya davet edilen bin 500 kişiden, saç kaybı sorunu yaşadığını bildiren 729 kişi üzerinde yoğunlaşan araştırmada, saç, kişinin kendisi için yaptığı imgesel değerlendirmede önemli bir faktörolarak ortaya çıktı. Katılımcıların çoğunun, saç kaybıyla birlikte “kendi bedenlerine ilişkin beğenilerinin olumsuz etkilediği” yönünde görüş açıkladığı araştırmada, erkeklerin yüzde 43’ü kişisel çekiciliğe olan inançlarının azaldığını, yüzde 42’si kel olma korkusu yaşadıklarını, yüzde 37’si yaşlı görünme endişesi taşıdıklarını, yüzde 21’i de depresyon yaşadıklarını bildirdi.
ENDİŞELER YERSİZ DEĞİLMİŞ
Öte yandan, saç dökülmesi sorunu yaşayan erkekler hakkında kadınların bakış açısını belirlemek amacıyla yine Avrupa’da yapılan bir başka araştırmada, erkeklerin saç dökülmesi karşısında yaşadıkları endişelerin pek de yersiz olmadığını ortaya koyuyor.
ICM Direct Reserch firması tarafından Fransa, Almanya, İtalya, İspanya ve İsveç’te yaşayan, 20 ile 39 yaşları arasındaki bin bekar kadına yöneltilen sorular ışığında yapılan değerlendirmede, genç Avrupalı kadınların, kel ya da kelleşmekte olan erkeklerden çok, saçlıerkekleri çekici bulduğu tespit edildi.
Katılımcılardan yüzde 75’inin, gür saçların sıradan bir erkeği daha çekici kıldığı görüşünü dile getirdiği araştırmada, kadınlar saç dökülmesiyle mücadele konusundaysa erkeklere büyük çoğunlukla (yüzde 79) destek vereceklerini, yüzde 44’ü de erkeklerin saç dökülmesine teslim olmadan önce mutlaka tedaviyi denemeleri gerektiği görüşünü ifade etti.

küresel ısınma



1856-2004 arası küresel ortalama yüzey sıcaklığı
Küresel ısınma, dünya atmosferi ve okyanuslarının ortalama sıcaklıklarında belirlenen artış için kullanılan bir terimdir. Bu olay son 50 yıldır iyice saptanabilir duruma gelmiş ve önem kazanmıştır.
Dünya'nın atmosfere yakın yüzeyinin ortalama sıcaklığı 20. yüzyılda 0.6 (± 0.2) °C artmıştır. İklim değişimi üzerindeki yaygın bilimsel görüş, "son 50 yılda sıcaklık artışının insan hayatı üzerinde fark edilebilir etkiler oluşturduğu" yönündedir.
Küresel ısınmaya, atmosferde artan sera gazlarının neden olduğu düşünülmektedir. Karbondioksit, su buharı, metan gibi bazı gazların, güneşten gelen radyasyonun bir yandan dış uzaya yansımasını önleyerek ve diğer yandan da bu radyasyondaki ısıyı soğurarak yerkürenin fazlaca ısınmasına yol açtığı ileri sürülmektedir.
Su buharı, diğer sera gazlarından farklı olarak güneşten gelen radyasyonun şiddetine ve gezegenin ortalama ısısına göre sabit olan bağlı bir değişkendir. Dolayısıyla küresel ısınma konusunda pasif etkiye sahiptir. Ancak diğer sera gazları, yer yer bağımsız değişken olarak küresel ısınma üzerinde aktif bir etki yaratabilirler. Örneğin karbondioksit, yoğun volkanik etkinlik sonucu ya da insanlar tarafından fosil yakıtların yakılmasıyla yoğun olarak atmosfere salınabilir. Bu durum, gezegenin ortalama ısısından bağımsız olarak ortaya çıkabilen ve ortalama ısının artması sonucunu doğuran bir etken olarak işlev görür.
Bugün için bilim çevrelerinde küresel ısınmadan başat rolün atmosferde karbondioksit oranının artmasına bağlanmaktadır. Her ne kadar atmosferdeki karbondioksit,
yeşil bitkilerin fotosentez olayında,
karbondioksitin litosfer yüzeyinde suda çözünmesiyle,
atmosferden çekilmekte ise de, bu mekanizmaların kapasitesinin üzerinde karbondioksit salınımı, gezegen üzerinde sera etkisi yaratmaktadır.
Su buharı dışındaki sera gazları dolayısıyla gezegen yüzeyindeki ortalama ısının artması, buharlaşmanın artmasına yol açacaktır. Bu ise atmosferde daha fazla su buharı, yani bulut oluşmasına yol açar. Bulutlar, güneşten gelen radyasyonun bir bölümünü dış uzaya yansıtırken bir bölümünü soğurarak ısınırlar, bir bölümünü de yeryüzüne geçirirler. Litosfer ve hidrosfere ulaşan bu radyasyonun da bir bölümü soğurularak ısınmaya yol açarken bir bölümü dış uzaya yansır. Dış uzaya yansıyan radyasyon yeniden bulut kütlesi ile karşılaştığında, aynı olaylar yaşanır, yansıtılır, soğurulur, dış uzaya kaçar.
Bu mekanizma, su buharı dışındaki sera gazlarının atmosferde artması sonucu bulutların sera etkisini artırmakta, küresel ısınmaya yeni bir katkıya yol açmaktadır.

YORGUNLUĞUN 7 NEDENİ


Bazı dönemler vardır ki, sabah uyandıgımızda bile yorgunluk hissederiz. Nedenini anlamakta güçlük çekeriz

Kansızlık
Adet dönemleriniz uzun sürüyorsa, miyomlarınız varsa ya da yakın zaman önce doğum yaptıysanız, bunlara bağlı kan kaybı nedeniyle kadınlarda yorgunluğun birinci nedeni olan anemi gelişmiş olabilir. Kanamalar sonucunda kanda oksijeni taşıyan alyuvarlardaki demirden zengin bir protein olan hemoglobin miktarı azalır. Dokular ve organlar yeterince oksijen almayınca bunun sonucu yorgunluktur. Kansızlığın diğer nedenleri iç kanama veya demir, folik asit ya da vitamin B12 eksikliği olabilir. Böbrek hastalığı gibi kronik hastalıklar da kansızlığa neden olabilir.

Hipotiroid
Genel olarak enerji düzeyiniz hep düşükse, kendinizi tükenmiş ve hattâ biraz depresyonda gibi hissediyorsanız bunların sebebi yavaş çalışan tiroid bezi olabilir. Tiroid bezi vücudun enerji metabolizmasını kontrol eder…

İdrar yolu enfeksiyonu
Kadınların çoğunda idrar yolu enfeksiyonu yanma veya sık idrara gitme ihtiyacı gibi belirtilerle birlikte ise de bazı hastalarda hiçbir belirti olmayabilir ya da belirtiler hafif olduğundan fark edilmeyebilir. Sürekli yorgunluk da bu gibi idrar yolu enfeksiyonlarının tek belirtisi olabilir

Fazla kafein alımı
Bir uyarıcı olan kafein, fazla miktarda alındığında yorgunluğa neden oluyor. Bu nedenle kafein alımının daha da artırılması sorunun kötüleşmesine sebep oluyor…

Besin intoleransı
Hafif bir besin intoleransı bile uykunuzun gelmesine yol açabilir. Tolere edemediğiniz yani yendiğinde size, sizin bu besine bağlamadığınız ve ondan olduğunu düşünmediğiniz rahatsızlıklar verebilen bazı besinler olabilir. Bu besinlerin farkında olmadan sürekli yenilmesi kendinizi, sürekli yorgun ve tükenmiş hissetmenize neden olabilir.

Uyku apnesi
Uyku apnesi, hastalığına yakalanmışsanız yani her gece birçok kez nefes almanız durmuşsa, gece kaç saat uyursanız uyuyun bütün gün yorgun olursunuz. Uyku apnesi konusunda uzmanlaşmış bir doktordan yardım almalısınız.

Kalp hastalığı
Evi temizlemek gibi sıradan işler sizi yoruyorsa, kalp hastalığına yakalanma ihtimaliniz olabilir. Basit hareketlerle gelen yorgunluk hissi sebepsiz yere ortaya çıktıysa, vakit geçirmeden bir kardiyoloji uzmanına başvurmalısınız.

Ancak, yorgunluğun hangi nedenden olduğunun ortaya konulması için bir hekime başvurulması gerekiyor.

17 Haziran 2008 Salı

KANSERDEN BU GIDALARLA KORUNUN


Kanser vakalarının yüzde 65’inin doğrudan alınan gıdalarla ve beslenme tipine bağlı olarak geliştiğini belirten Dr. Uğur Göğüş, “Bunlarla birlikte sigara ve alkol tüketimi, hareketsiz yaşam biçiminin benimsenmesi halinde bu oran yüzde 85’e çıkıyor” dedi.

ODTÜ Gıda Mühendisliği Bölümü öğretim görevlisi Dr. Uğur Göğüş’ün, son yıllarda dünya genelinde görülme sıklığı artan çeşitli kanser türlerinden korunma ve tedavi sürecinde tüketilmesi faydalı olan besinlerle ilgili “Kansere Karşı Gıda Rehberi” isimli kitabı çıktı.

Dr. Uğur Göğüş, Pehlivan Yayınlarından piyasaya sürülen kitabında, kansere doğrudan etkisi olan gıdalar, beslenme türünün kanserle ilişkisi, seçilecek gıdaların tüketilmesi ile kanserden korunma yolları ve tedavi sürecinde hangi yiyeceklerin tüketilmesi gerektiği gibi birçok konuya açıklık getiriyor.

Araştırmalara göre, kanser vakalarının yüzde 65’inin doğrudan alınan gıdalarla ve beslenme tipine bağlı geliştiğini belirten Göğüş, bunlarla birlikte sigara ve alkol tüketimi ile hareketsiz yaşam biçiminin benimsenmesinin bu oranı yüzde 85’e çıkardığını bildirdi.

Kanserden korunmada ve zararlı oksidanların dışarı atılması için antioksidan tabletlerin kullanılması ya da bundan zengin asidik ve narenciye meyvelerin tüketilmesini öneren Göğüş, antioksidan kullanılırken B ve C vitaminlerinin tercih edilmesini, karaciğer ve böbrekte yağlanmaya neden olduğu için A ve E vitaminlerinden uzak durulmasını öneriyor.

KANSERE YAKALANMADAKİ RİSK FAKTÖRLERİ

Göğüş, hareketsiz yaşam biçimi, sigara ve alkol tüketimi, yağlı kırmızı et ve et ürünleri, yağlı kanatlı et ve et ürünlerinin yenilmesi, fazla yağlı gıda tüketimi, unlu mamullerin alınması, yemeklerde fazla tuz kullanılması, sebze, meyve, baklagil, su ve tam buğday gıdalarının tüketimine önem verilmemesinin kansere yakalanma riskini artırdığını belirtti.

Kansere karşı mücadelede bağışıklık sisteminin kuvvetli olmasının en önemli silah olduğuna dikkati çeken Göğüş, bağışıklık sisteminin güçlenmesi için bol antioksidan alınması gerektiğini vurguladı.

SOYA PROTEİNLERİ VE LİFLİ GIDALARIN KANSERE ETKİSİ

Göğüş’ün, kitabında yer verdiği bilgilere göre, soya fasulyesi ve soyalı ürünlerde bulunan soya proteinler, hayvansal proteinlerin kalitesine yakın bitkisel protein grubunu oluşturuyor ve içindeki “daidzein” ve “genistein” maddeleri özellikle prostat ve göğüs kanseri riskini azaltıyor, kontrol altına alıyor.

Brokoli, karnabahar, beyaz lahana gibi iç içe yapraklı, dallı ve köklü sebzeler de içindeki “isotiyonat” adlı maddenin etkisiyle kanser oluşumunu engelliyor. Bu madde, en çok brokolide bulunuyor.

Kansere karşı korunmada, sebze ve meyvelerin, kabuk, zar, sap, çekirdek gibi sindirilmeyen kısımlarını oluşturan lifli gıdaların tüketilmesi gerekiyor. Bu nedenle özellikle mide ve bağırsak kanserinden korunmak için patates kızartırken kabuklarının soyulmaması, elma, şeftali, domatesin kabuklu tüketilmesi öneriliyor. Çünkü, lifler sayesinde kanserojen maddelerin bağırsaklardan emilerek kana karışması ve diğer organlarda kanser oluşturma riski azalıyor.

Bitkisel yağların kızartmalarda çok az ve bir kez kullanılması, ayrıca sucuk, salam ve ızgara yapılan gıdaların sık tüketilmemesi gerekiyor.

İçerdiği Omega 3 yağ asitleri dolayısıyla kansere karşı koruyucu olan balık tüketilmesi, günde 8-10 adedi geçmeyecek şekilde kabuklu yemiş yenilmesi, havuç, domates, soğan, sarımsak, kereviz, enginar ve semizotunun mutfakta bol kullanılması, sütsüz bitter çikolata tüketilmesi ve sentetik östrojen hapları yerine soya ve soyalı ürünlerdeki bitkisel östrojenlerin tercih edilmesi, hazır turşu, ekmek, kek ve çorba gibi gıdalardan uzak durulması, un, tuz ve şekerin olabildiğince az tüketilmesi öneriliyor.

Özellikle enginar ve kereviz, kandaki kolesterolün fazlasını safra asidine dönüştürerek, kolesterolün dengede tutulmasını sağlıyor, damar kireçlenmesine karşı koruyor, proteinlerin kan, kemik, hormon, sinir ve hücre yapımında daha rahat kullanılmasını sağlıyor, kandaki yağ ile toksiklerin dışkı ile atılımınını sağlayarak kansere yakalanma riskini azaltıyor.

Et ve et ürünlerinin 65-70 dereceden fazla ısı düzeyinde pişirilmemesi, bu ürünlerin sınırlı tüketilmesi, aşırı yağlı yemeklerden uzak durulması gerekiyor.

Güçlü bir antioksidan olan C vitamini içeren meyve ve sebzelerin her gün düzenli olarak tüketilmesi öneriliyor. Özellikle gıdanın ekşilik ve sululuk oranı arttıkça C vitamini oranının da arttığına dikkat çekiliyor. Ancak bu besinler tüketilirken doğrama, parçalama, ısıtma, ızgara ve haşlama sırasında vitamin değerinin azaldığı belirtilerek, mümkün olduğunca işlem görmeden taze tüketilmesi tavsiye ediliyor.

Prostat ve mide kanserlerine yakalanma riskini düşürmede özellikle yeşil ve sarı renkte olan portakal, limon, muz, şeftali, kayısı, brokoli, ıspanak, maydanoz, semiz otu gibi gıdaların tüketilmesi gerekiyor.

Mantarların da kansere karşı koruyucu etkisi olduğu, bağışıklık sistemini kuvvetlendirdiği ifade ediliyor.

Ahududunun da kansere yakalanma riskini azalttığı, özellikle siyah ahududunun yemek borusu kanserine yakalanma riskini düşürdüğü, tümör oluşumundan itibaren de tümörün gelişimini yavaşlattığı belirtiliyor.

Birçok ülkede sık tüketilen yosunun da hücrelere kanserojen madde girişini engelleme özelliğine sahip olduğu, yer elmasının da hücre içine toksik girişini önlediği, bu nedenle mevsiminde bu tür gıdaların tüketilmesi gerektiği tavsiye ediliyor.

FAZLA DEMİR ALIMI RİSK FAKTÖRÜ

Normal şartlarda kan hücrelerinin çoğalmaları ve kan yapımı için demir yönünden zengin gıdaların tüketilmesinin önemli olduğu, ıspanakta ve pek çok bitkisel gıdada bulunan demirin, “kaliteli” demir olmadığı, kırmızı et, balık, kanatlı etleri ile yumurtada bulunan demirin ise “sindirilebilir, kana karışabilir” özellikli ve yüksek oranlı olduğu belirtiliyor.

Araştırmalara göre, kandaki fazla miktardaki demir içeriği ile kanser arasında sıkı ilişki bulunuyor. Özellikle bağışıklık sistemi zayıf, genetik olarak kansere yatkın bireyler, ihtiyacından fazla demiri, et ve et ürünleri ile vücutlarına aldıklarında kansere yakalanma riski artıyor. Bu nedenle, kansere yakalanma riski genetik nedenlerle yüksek olan bireylerin özellikle demir yönünden kan testlerini düzenli yaptırmaları öneriliyor.

Kansere karşı mücadeledeki ilk adım ise karaciğer sağlığının korunmasından geçiyor. Vücuda zararlı ürünler ve mikroplar, karaciğerde etkisiz hale getirildiği için karaciğer tahrip oluyor ve bağışıklık sistemi zayıflıyor. Bu nedenle karaciğere zarar verebilecek gıdalardan uzak durulması gerekiyor.

KİRAZIN PAYDALARI


Yapılan her yeni araştırma, meyve ve sebzelerin şifa deposu olduğu gerçeğini açıkça ortaya koyuyor. 20 kirazda 12-25 miligram arası antosiyanin maddesi bulunuyor ve bu maddenin ağrı kesici etkisi aspirinden on kat daha fazla.

Vitamin ve mineral deposu olan meyvelerin faydaları saymakla bitmiyor. Yaz aylarının vazgeçilmez meyvelerinden biri olan kiraz, güçlü bir ağrı kesici. 20 kirazda 12-25 miligram arası antosiyanin maddesi bulunuyor ve bu maddenin ağrı kesici etkisi aspirinden on kat daha fazla. Afyonkarahisar Özel Fuar Hastanesi dahiliye uzmanı Dr. Mustafa Şahin, vücudun başlıca düşmanı olan kolesterolün hiçbir meyvede bulunmadığını söylüyor. Dr. Şahin, meyvelerin doğal şeker içerdiğini, ne kadar çok meyve tüketilirse beyindeki sinir hücrelerinin de o kadar geliştiği ve meyve yemenin hafızayı canlandırdığını belirtiyor. Meyvelerin mükemmel lif kaynağı olduğunun altını çizen Şahin, vitamin ve mineral açısından çok zengin olan meyvelerin kalorilerinin az olduğunu ve kilo aldırmadığını ifade ediyor.

Kolesterolü ve kan şekerini düşüren kirazın, kabızlığı da giderdiğini vurgulayan Şahin, kirazda bulunan flavanoidlerin vücuttaki zehri temizlediğini ve antioksidan etki yaptığını kaydetti. Kirazın nikotinin vücuttan atılmasına yardımcı olduğunu bildiren Şahin, "Böbreklerin taş ve kum yapmasını önler ve varsa zamanla döker. Safra kesesi taşının dökülmesine de yardımcı olur. Ayrıca yüzde oluşan sivilcelerin giderilmesini sağlamaktadır." dedi.

Hangi meyve neye faydalı?

Çilek: Strese iyi geliyor, sakinleştirici etkisi var. Sigara dumanının etkilerini azaltıyor. Çocuk felci ve ağız-deri yaralarına yol açan virüsleri öldürücü etkisi bulunuyor. Kansere yakalanma riskini azaltıyor, mide ve bağırsak zayıflıklarını gideriyor. Safra kesesi hastalıklarına iyi geliyor ve yüksek ateşi düşürüyor. Dişlere ve diş etlerine iyi geliyor, diş taşlarının oluşmasını engelliyor ve cilde canlılık kazandırıyor.

Karpuz: Böbreği temizliyor, astım, damar tıkanıklığı, diyabet, kolon kanseri ve kireçlenme gibi hastalıklara iyi geliyor. Bağışıklık sistemini güçlendiriyor. Karpuz çekirdeklerindeki cucurbocitrin adlı madde, kan basıncını düşürmeye ve düzenlemeye yardımcı oluyor. Kabuğundaki çinko, iktidarsızlığa iyi geliyor.

Kavun: Kanı temizliyor ve antioksidan özelliği bulunuyor. Endişe ve uykusuzluğa iyi geliyor, bağırsak ve cilt kanserine karşı tavsiye ediliyor.

Şeftali: Kalp rahatsızlıklarına ve kansere karşı koruyor. Sindirim sistemini çalıştırıyor ve hazmı kolaylaştırıyor.

Kayısı: Kansızlığa iyi geliyor. Güzel bir cilt ve saç için olumlu etkileri bulunuyor. Özellikle akciğer kanseri, kalp hastalıkları ve kataraktın önlenmesinde yardımcı oluyor. Kemik erimesini önlüyor, sinirleri gevşetiyor ve uyku veriyor. Kabızlık çeken ve sindirim sisteminde sorun yaşayanlar için faydalı. Sabahları aç karnına yenilen kuru kayısı, sindirim açısından faydalı olmanın yanı sıra cilde de canlılık katıyor.

Muz: Kalp ve kas sistemine yararlı. Yorgunluğa ve ishale birebir. Yüksek tansiyonu önleyici özelliğe sahip. Uykuyu düzene sokuyor, ülseri önlüyor ve ülser yaralarının tedavisine yardımcı oluyor. Kolesterolü düşürüyor ve migren ağrısına faydalı. Böbrek ve eklemlerdeki iltihaplanmalarda tedavi edici özelliğe sahip.

Kivi: Başlı başına bir C vitamini deposu. Bir adet kivide günlük alınması gereken C vitamini ihtiyacından fazlası bulunuyor.

Vişne: Şeker oranı kirazdan düşük olduğu için daha az kalori içeriyor. Ateşi düşürüyor ve susuzluğu gideriyor. Koyu renkli vişneler, açık renklilere oranla daha fazla mineral içeriyor.

Armut: Kalp, damar sağlığı, alçak kan basıncı ve fiziksel performansa iyi gelen vitaminleri barındırıyor.

Üzüm: Böbreklerin çalışmasını uyarıp kalp atışını düzenliyor. Karaciğeri temizliyor. Siyah üzüm, kabukları ve çekirdekleriyle yenirse hücre yeniliyor. Sindirimi kolaylaştırıyor, kansızlığı gideriyor ve bebeklerin gelişimi için çok faydalı.

İncir: Bağırsakları çalıştırıyor, enerji veriyor ve cinsel güce yardımcı. Yüksek kan basıncını düşürüyor, kemik yoğunluğunu artırıyor

Epilasyon yaptıracağınız merkezi seçerken nelere dikkat etmelisiniz

Mutlaka çok deneyimli bir lazer epilasyon merkezi seçmelisiniz, doktor dahi olmayan bir çok kişinin tamamen ticari kazanç amacı ile lazer epilasyon merkezi açmış bulunmaktadır. Bu merkezlerde en kısa zamanda en çok gelir elde etmek için bilimsel ve etik olmayan, kalıcı zararlara yol açabilecek uygulamalar bilinçsiz olarak yapılmakta bir çok insan mağdur olmaktadır. Bilinçsiz lazer epilasyon uygulamaları sonucu kılları sadece incelip azalmayanlar hatta artanlar, lazer epilasyon sonrası kalıcı yanık izleri ile yaşanlar maalesef giderek artmaktadır. Hatta bu nedenle açılan davaların artması sonucu Sağlık Bakanlığı sadece doktorların sahip olduğu büyük tıbbi kuruluşlarda lazer epilasyona izin verme ve sayıları hızla artan ticari amaçlı lazer epilasyon merkezlerinin ruhsatlarını iptal etme kararı almıştır.Sadece bu konuya odaklanmış, diğer kozmetik uygulamaları yapmayan, sadece lazer epilasyon konusunda uzmanlaşmış, tek amacı ticari gelir elde etmek olmadığını ortaya koymuş lazer epilasyon kuruluşlarına gidiniz. Sahipleri tıp doktoru dahi olmayan, bir sorununuz olduğunda muhatap bulamayacağınız sokak arası, ağda salonundan bozma yerlerde sağlığınızı riske atmayınız, ciddi sağlık kuruluşlarının lazer epilasyon merkezlerini tercih ediniz

AYAK BAKIMI


Ayaklarınızın güzel görünmesi için bazı temel noktalara dikkat etmelisiniz. Ayak bakımının birinci ve en temel şartı ise pedikür yapmak. Pedikür, hem ölü hücre tabakasının atılımını sağlar hem de daha bakımlı ayaklara kavuşmanızı. Pedikür ile ayaklarda oluşan nasır, çatlak, tırnak batması gibi sorunlardan kısa sürede kurtulabilirsiniz. Pedikürü bir salonda yaptırabileceğiniz gibi kendiniz de yapabilirsiniz. Ama doğru sırayı izlemek şart.
PEDİKÜR
İlk olarak ayaklarınızı sabunlu ılık suda yarım saat kadar bekletin. Nemini aldıktan sonra, ayak törpüsüyle ölü derilerinizi alın. Bu işlemi birkaç kez tekrarlayın. Daha sonra tırnak etlerinizi törpünün ucuyla geriye itin. Bir pens ya da tırnak makası yardımıyla etlerinizi dikkatlice kesedebilirsiniz. Tırnaklarınızı törpüyle şekillendirdikten sonra, parlak ve pembe bir görünüm alması için tırnak yüzeyi için özel olarak geliştirilmiş törpüyle törpüleyin. Daha sonra, ayaklarınızın üst derisinin de pürüzsüz olması amacıyla ayaklar için özel olarak formüle edilmiş peeling kremi sürün. İyice ovaladıktan sonra yıkayın. Tırnak güçlenedirici bir jel ya da cilanın ardından ojenizi sürerek pedikürünüzü tamamlayın.
CANLANDIRICI VE BESLEYİCİ ÖNERİLER
Kuruyan, çatlayan ve şişen ayaklarınız için arada bir özel bakımlar yapmak da yerinde olur. İşte size birkaç öneri: Ayaklarınızın sürekli şişmesinden rahatsız oluyorsanız, bitki banyolarından yararlanabilirsiniz. Bunun için, bir litre suda iki avuç papatya ve bir adet limon kabuğunu kaynatıp soğumaya bırakın. Ayaklarınızı bu suyun içinde yarım saat kadar bekletin. Şişlerin indiğini, ayak derinizin canlandığını göreceksiniz. Kuruyan, pul pul ayrılan tırnaklarınız içinse, gliserinden faydalanabilirsiniz. Birkaç damla saf gliserinle eşit miktardaki limon suyunu karıştırın. Bu karışımı her gün tırnaklarınıza sürün. Canlı, parlak ve sağlıklı tırnaklar için bundan daha iyi bir yol olamaz.
Soğuk parafin: İşte sağlıklı ve pürüzsüz ayaklara kavuşmanın başka bir yolu! Yumuşak ve bakımlı ayaklar için uygulanan özel yöntemin adı, soğuk parafin. Öncelikle ayaklara peeling uygulanarak ölü hücre tabakası atılımı sağlanıyor. Daha sonra parafin sürülerek ayak paketleniyor ve 20 dakika bekletiliyor. Açıldıktan sonra krem sürülüyor. Sonrasında pamuk gibi ayaklara sahip oluyorsunuz.

Çatlak: Daha çok kuru ciltlerin problemi olan çatlaklar, topuk ve ayak tabanında görülür. Ayakları yıkadıktan sonra kurulamamak, yalınayak gezmek, küçük terlik giymek gibi nedenlere bağlı olarak ortaya çıkar.
Her banyodan sonra ponzo taşıyla yumuşak hareketlerle ölü deriyi temizleyin. Çatlak bölgeleri, içeriğinde E vitamini ve jojoba yağı bulunan ayak kremleriyle gün boyu sık sık kremleyin. Çatlaklarınız kaybolana dek, sürekli çorap ve kapalı ayakkabı giyin.

Nasır: Bütün kış ayaklarımız botların, çizmelerin içinde kaldı. Üstelik küçük ve yanlış ayakkabı seçiminden dolayı ayakların bazı yerlerinde sertleşmeler oluşur. Açık ayakkabı ve terlikleri nasırlı ayaklarla giymek de hoş olmaz. Nasır size çok ağrı vermiyorsa pedikür yaptırarak bu sorundan kurtulmanız mümkün. Ancak problem yaratıyorsa siz en iyisi özel nasır bakımları yaptırın. Yazı rahat karşılayın.

Oluşmasını önlemek için: Her banyodan sonra bolca krem sürün. Yumuşak derili ve geniş tabanlı ayakkabılar seçin. Eczanelerde satılan, küçük flaster ve solüsyonlardan yararlanın.


KALICI OJELER
Tırnaklarınızdaki ojelerin uzun süre dayanması için 3 öneri:
Doğru günü seçin
Tırnak bakımınızı yaptığınız gün oje sürmemeye özen gösterin. Özellikle tırnak etlerini ve kenarlarını temizlediğiniz gün bu işten kaçının. En iyisi oje sürme işini bir gün sonrasına bırakın.
Ojeyi doğru sürün
Öncelikle koruyucu bir baz kullanarak oje sürme işlemine başlayın. 5 dakika bekleyin. Arkasından ojeyi tek kat sürün ve ikinci katı sürdükten sonra yine 5 dakika bekleyin.
Ojeyi doğru kurutun
İyi kurumuş bir oje çok daha uzun dayanır. En son katı sürdükten sonra yaklaşık 30 dakika beklemenizde fayda var.

AYAKLARINIZI SÜSLEYİN
Bütün bakımları tamamladıktan sonra sıra geldi süslemeye. Yazın ayaklar ojesiz olmaz. Yeni sezonda ağırlıklı renkler kırmızı ve pembe tonları moda. Bir de ayak süslemeleri çok moda. Tırnak küpeleri, çıkartmalar, süsleme boyaları bunlardan sadece birkaçı.
“Frech” (Öne beyaz şerit üzerine açık renk oje) ise her zaman temiz, bakımlı, güzel ayaklar için tercih edilebilir

RHEINISHER - ACILI KAVURMA (ALMANYA)


Malzemeler
Biftek 800 gr.
Yağ 2 çorba kaşığı
Havuç 2 adet
Kırmızı şarap 1/4 lt.
Kereviz 100 gr.
Çavdar kıtırı 100 gr.
Maydanoz 1 demet
Kuru üzüm 50 gr.
Soğan 2 adet
Tuz Karabiber
Kırmızı şarap sirkesi 1/4 lt.
Şeker pekmezi 1 çay kaşığı
Defne yaprağı 2 adet
Ardıç tanesi 2 adet
Yeni bahar tanesi 2 adet
Tarif Bilgileri
Kategori: Alman Mutfağı Puanı: 4



Yapılışı
Havuç, kereviz ve maydanozu küçük parçalar halinde doğrayın. Soğanı soyun ve halka halka doğrayın. Bir kapta sirke ve 1/2 lt. Suyu kaynatın. Bunun içine sebzeleri, defne yaprağını, ardıç tanelerini ve yeni bahar tanelerini atarak 5 dakika haşlayın. Bir tarafta soğumaya bırakın. Bifteği bir kaba koyun, soğuk sosu üzerine dökün ve üç gün buzdolabında bekletin. Kalan havucu ve soğanı soyun ve ince ince doğrayın. Bifteği süzgeçten geçirerek kurumasını bekleyin. Bifteği içinde beklettiğiniz sosu daha sonra kullanılmak üzere bir tarafta saklayın. Düdüklü tencerede yağı kızdırarak içinde havucu ve soğanı 2 dakika kavurun. 1/4 lt. Sos ve kırmızı şarabı bunun üzerine dökün ve çavdar kıtırını kırarak ekleyin. Düdüklü tencereyi kapatın ve pişirme gösterge çubuğu II. Konuma gelene dek ısıtın. Daha sonra ateşin altını kısarak 35-40 dakika pişirin. Tencerenin kendi kendine soğumasını bekleyin, eti çıkarın ve sıcak tutun. Sosu süzgeçten geçirerek dökün, kuru üzümleri ekleyin ve kremamsı bir hal alana kadar pişirin. Daha sonra ete tuz, karabiber ve şeker pekmezi ekleyin. Sicak olarak servis yapin.

Kısırlık - İnfertilite Nedir ?


İnfertilite, yani istenildiği halde çocuk sahibi olamama pekçok toplumda önemli bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır.
Tanım olarak, en az 1 yıl herhangi bir korunma yöntemi uygulanmaksızın haftada 2-3 kere girilen cinsel ilişkiye rağmen gebelik elde edilmemesi infertilite yani kısırlık olarak adlandırılmaktadır.
İnfertilite görülme sıklığı toplumlar arasında büyük farklılıklar göstermez. Tüm dünyada çiftlerin yaklaşık yüzde onbeşi infertilite nedeni yardımla üreme tekniklerine başvurmak zorunda kalmaktadır. Bu çiftlerin büyük bir kısmında gebe kalamamanın
nedenini açıklayacak sebepler bulunabilirken, yaklaşık yüzde 10-12sinde herhangi bir patoloji tespit edilemez. Bu çiftler açıklanamayan infertilite olarak adlandırılırlar.İnfertilitenin nedenlerini anlayabilmek ve tedavisini planlayabilmek için önce kadında ve erkekde üreme döngüsünün nasıl işlediğini ve gebeliğin oluş mekanizmasını anlamak gerekir.

"Ne zaman çocuk sahibi olmayı planlıyorsunuz ?" sorusu pek çok yeni evli çiftin en çok karşılaştığı sorudur. Aslında bu soru yeni evlenen çiftlerin kendi kendilerine de ilk sordukları soruların başında gelir. Özellikle kadının çalışmadığı, geleneksel aile yapısındaki çiftlerde balayında gebe kalma hayali kuran çok genç çift vardır. Çocuğun ailenin geçimi ve işleri için önemli olduğu, kırsal alanda ise sadece çocuk sahibi olmak için evlenen kadın ve erkekler azımsanamayacak kadar çoktur. Bizim toplumumuz gibi çocuk sahibi olmanın ayrıcalık ve prestij olarak görüldüğü toplumlarda ise infertilite neredeyse hayati öneme sahiptir. Bir başka grup ise, çalışma hayatının zorlukları içinde evlenmeye zaman bulamamış ancak yaşı ilerlediği için bir an önce evlenip çocuk sahibi olmayı düşünen bireylerden oluşur. Tüm bu bireylerin ortak yanılgısı istedikleri anda, hatta belki balayında gebe kalabileceklerini düşünmeleridir. Pekçok sinema filminde ve romanda kahraman tek bir ilişki ile ya da bebek istediği zamanda gebe kalabilirken gerçek hayatta durum bu değildir. Hiçbir sağlık problemi olmayan tamamen normal bir çifti ele aldığımızda, kadının tek bir adet döneminde, her gün ilişkide bulunsalar bile, gebe kalma olasılığı sadece %25dir. Çiftin fertilite potansiyelini gösteren bu durum "fekundite" olarak adlandırılır. İnsan, organizma olarak üreme potansiyeli çok yüksek bir canlı değildir. Bunun pekçok nedeni vardır. Bazı yumurtalar döllenmez, bazıları da döllense bile embryo döneminde gelişme gösteremez.

Gebelik bir anlamda şans işidir. Bunu kabaaca Rus ruletine benzetmek mümkündür. Hangi çiftin gebe kalabileceğini, yada hangisinin gebe kalamayacağını önceden tahmin etmek imkansızdır! Tek bir ilişkide %25 olan gebelik elde etme şansı bir yılın sonunda %85e çıkar. Yani bir yıl sonunda her 100 çifttten 85inde gebelik elde edilecektir. Geri kalan 15 çift ise infertilite ile karşı karşıya demektir. Bazı yazarlara göre ise birinci yılın sonunda gebelik olmaz ise, çifte infertil demek doğru değildir. Bunun için 2 yıl beklemek gerekmektedir. Gerçekten de ilk yılın sonunda %85 olan gebelik oranı ikinci yılın sonunda %92 civarında saptanır. Tek bir adet siklusunda gebe kalma şansı pek çok faktörün etkisi altındadır. Bu faktörleri inceleyecek olursak Kadının yaşı: Biyolojik saat ilerledikçe kadının gebe kalma şansı giderek azalır. Bunun en önemli nedeni yaş ile birlikte yumurtalıklardaki yumurta sayısı ve kalitesinin azalmasıdır. 20 yaşında bir kadın ile 21 yaşındakinin gebe kalma olasılıkları arasındaki fark çok büyük değilken 30lu yaşlarda bu fark daha fazla anlam kazanır.


Cinsel ilişki sıklığı: Cinsel ilişki sıklığı açısından normal ya da anormal diye bir sınıflama yapmak doğru değildir. Önemli olan ilişki sayısının az ya da çokluğu değil yeterliliğidir. Bunun için optimum sayı haftada 3 ilişkidir.


Zamanlama : Cinsel ilişki sıklığının yanısıra ilişkinin zamanlaması da önemlidir. Yumurtlamanın olduğu günlerde girilecek olan ilişki, gebelik olasılığını arttıracaktır.


Süre: Çiftin ne kadar zamandır çocuk istediği önemli bir noktadır. Gebe kalmaya uğraşan çiftlerde aradan geçen süre uzadıkça, tıbbi yardım almadan başarılı bir gebelik elde etme olasılığı da o ölçüde azalmaktadır.


Patoloji: İnfertiliteye neden olabilecek bir patolojinin varlığı da gebelik şansını azaltır. Bunlara en güzel örnek geçirilmiş ameliyatlar ya da endometriozisdir.


Eğer bir çiftte fertilite problemi varsa bu gebeliği nasıl etkiler?

Gebe kalma pek çok faktörün etkisi altındadır. Örneğin sperm sayısı olması gerekenin yarısı kadar olan bir erkek ve normal bir kadından oluşan çiftte gebelik şansı yarı yarıya azalır. Gebeliği etkileyen her faktör için durum böyle değildir. Örneğin kadında her iki tüpün de tıkalı olduğu durumlarda gebelik şansı neredeyse yok gibidir. Benzer şekilde testislerinde sperm üretimi olmayan ya da spermleri testisden dış dünyaya taşıyan kanalların fonksiyon görmediği erkeklerin de doğal yollardan çocuk sahibi olmaları büyük sürpriz olur. Bu açıdan bakıldığında çocuk isteği ile hekime müracaat eden çiftlerde hem erkek hem de kadın detaylı olarak incelenmelidir. Çiftin her ikisinde de problem olduğunda gebelik şansı bunların toplamı ölçüsünde değil çarpımı ölçüsünde azalır. Eğer insan ömrü 300-400 yıla çıkarılabilse ve bu süre zarfında kadından yumurta, erkekden de sperm üretimi sağlanabilse, açıklanamayan infertilite vakalarının tamamına yakını gebe kalabilirdi. Bu durum infertilitede zamanın önemini açıkça ortaya koyan bir olgudur. Gebelik olasılığı arttırılmalıdır ve bu da ancak tıbbi tedavi ile mümkün olmaktadır.

Ne zaman endişelenmeli, ne zaman hekime gitmeli ?

Eğer bir yıldan uzun bir süredir ovülasyona denk gelen günlerde 2-3 günde bir düzenli olarak cinsel ilişkide bulunuyorsanız ve herhangi bir korunma yöntemi uygulamadığınız halde gebe kalamadıysanız infertil sınıfına giriyorsunuz demektir. Bu asla normal yollardan gebe kalamazsınız demek değildir ancak istatistiksel anlamdan bakıldığında şans azalmış olmaktadır. Artık tıbbi yardıma ihtiyacınız vardır. Bu yardım için belirli ve kesin bir zaman yoktur. Bebek sahibi olmamanız sizi endişelendirmeye başladığında bir jinekoloğa gitmelisiniz. Pek çok çift infertiliteyi çekinecek hatta utanacak bir durum olarak görür ve kendilerini yanlız hissederler. Oysa durum bu derece kötü değildir. Tüm dünyada pek çok çift aynı problemi yaşamaktadır ve bunları önemli bir kısmı çok basit tedavilerle gebe kalabilmektedir. Burada çiftleri kısıtlayan infertilitenin herzaman önemli bir problem olmasına rağmen acil olmamasında yatmaktadır. Genelde kişiler doktora gitmeyi herhangi bir bahanenin arkasına saklayarak ertelemekte ve sürekli gelecek ay demektedirler. Oysa hayatta zaman dışında herşeyin telafisi mümkündür.Bazı durumlarda ise hekime müracaat etmeden önce 1 yıl beklemek gereksizdir. Çok sık ya da seyrek adet görmek Geçirilmiş pelvik enfeksiyon öyküsü 2'den fazla sayıda düşük Kadın yaşının ileri olması Erkekte testislerin küçük olması Prostat enfeksiyonu öyküsü. varsa vakit kaybetmeden profesyonel bir yardim ya da öneri almak için girişimde bulunmak akıllıca olacaktır.Hekime başvurmadan önce bazı basit önlemler ile üreme potansiyelinizi arttırabileceğinizi aklınızdan çıkartmayın. Bu önlemlerin en başında gelenlerden birisi vücut ağırlığı, diet ve egzersiz arasındaki dengenin sağlanmasıdır. Uygun diet ve egzersiz optimal üreme fonksiyonu için son derece önemlidir. Düşük kilolu ya da aşırı şişman kadınlar gebe kalmada güçlükler yaşayabilirler. Kadınlık hormonu olan östrojenin büyük kısmı yumurtalıklarda üretilir. Ancak yağ dokusu da küçümsenemeyecek bir östroje n kayn ağıdır. Döllenme olayı hassas hormonal dengelerin rol aldığı karmaşık bir olaydır. Bu olayın başarı ile sonuçlanabilmesi için stabil bir hormonal durum gereklidir. Bu nedenle az ya da fazla kiloların infertiliteye neden olabilmesi şaşırtıcı bir durum değildir. Normalin %10-15 altında ya da üstünde olan vücut ağırlığı üreme sistemini kökten etkileyebilir. Bunun en güzel örneği beslenme bozukluğu olan aşırı zayıf kişilerde adet kanamalarının düzensiz oluşudur. Bu düzensiz kanamalar genelde anovülasyon yani yumurtlamanın olmaması ile birarada seyreder. Maraton koşucuları, yüzücüler gibi ağır sporlar ile uğraşan kadınların pekçoğunda adet düzenzilikleri ve dolayısı ile infertilite sorunu mevcuttur.Fertilite üzerinde etkili bir başka faktör de sigara ve alkoldür. Sigara erkeklerde sperm sayısını azaltırken kadınlarda da yumurta kalitesini bozar. Benzer şekilde alkolde sperm sayısı üzerinde olumsuz rol oynadığı tespit edilen bir maddedir. Değişik hastalıklar için kullanılan ilaçlar da fertiliteyi etkiler. Özellikle ülser ve tansiyon ilaçlarının sperm sayıları üzerine etkili olduğu bilinmektedir. Kafein alımının azaltılması ise konsepsiyon şansını arttırır.Cinsel ilişki sıklığı üreme yeteneğini direk etkileyen en önemli faktörlerden birisidir. İlişki ne kadar sık olursa gebelik şansı o derece yüksek olur. Burada kastedilen hergün girilen ilişki değildir. Bu sperm sayı ve kalitesini azaltır. İdeal olan ovülasyona yakın günlerde gün aşırı ilişkiye girmektir. Günümüzde hem erkeğin hem de kadının çalışma hayatı içinde olması, mesleki stresler ve kaygılar nedeni ile cinsel güdülerde ve istekte azalma çoğu çiftin ortak yakınmasıdır. Bu nedenlerle ilişki daha ziyade hafta sonları olmaktadır. Doğal olarak bu çiftlerin gebelik elde etmesi gecikecek ve büyük olasılıkla çift infertilite nedeni ile hekime başvurmak zorunda kalacaktır.İlişkinin sıklığı yanısıra zamanlaması da son derece önemlidir. İnsan dışında hemen hemen bütün canlılar yumurtlama dönemini bilirler. Östrus ya da kızgınlık dönemi olarak adlandırılan bu devrede cinsel istekleri artar ve çiftleşirler. Hatta kedilerin bu özelliği pekçok espiriye de konu olmaktadır. Oysa insanlarda durum farklıdır. Kadında belirgin bir kızgınlık dönemi yoktur ve pekçok kadın yumurtlama dönemini fark edemez. Çeşitli yöntemler ile kadının adet düzeni saptanır ve ovülasyon dönemi tespit edilebilir. Fertil dönem denilen gebe kalma olasılığının yüksek olduğu dönemde bu nedenle gün aşırı ilişki önerilir.Cinsel ilişki ve fertilite arasındaki bağ ile ilgili son nokta uygun şekilde ilişkide bulunmaktır. Doğada çok değişik hayvan türleri vardır ve bunların herbiri soyunu devam ettirmek için farklı mekanizmalar geliştirmiştir. Örneğin domuzlar sperm açısından çok cimridirer. Erkeğin penisi spiral şeklindedir ve dişinin vajinasına adeta vidalanır. Bu sayede tek bir sperm bile boşa gitmez. İnsanlarda bu tarz mekanizmalar mevcut değildir. Gerçekte bu tür tekniklere gerek de yoktur. İlişki sonrası semenin vajina dışına kaçması son derece normaldir. Pekçok kadın bunu gebelik şansı açısından olumsuz bir faktör olarak yorumlamakla birlikte gerçe bu değildir. Semenin dışarı gelmesi ilişkinin uygun şekilde yapıldığının göstergesidir. Çocuk isteyen çiftlerde genelde önerilen erkeğin üstte olduğu pozisyonlardır. İlişki sonrası kadının en az 5 dakika sırt üstü yatması ve vajinal duştan kaçınması da diğer öneriler arasındadır. İlişki esnasında kayganlığı sağlamak amacı ile kullanılan yapay maddeler spermler üzerinde ölümcül etki yaratabileceğinden önerilmemektedir. Çok gerek duyuluyor ise petrol bazlı olanlar yerine sıvı parafin tercih edilmelidir. İnfertiltenin geçmişe göre daha sık görülmesinin nedenlerinden biriside kadınların çalışma hayatı içinde daha fazla yer almalarıdır. Çoğu kadın çocuk sahibi olmak için işinde yükselmeyi beklemekde bu nedenle de yaşı ilerlemektedir. Yine pekçok işveren -ki buna çok büyük holdingler de dahildir- işe alacakları bayan personele belirli bir süre gebe kalmama kısıtlaması getirmektedir. Zaman geçtikçe kadının üreme potansi yeli azalm akta ve dolayısı ile infertilite daha sık karşımıza çıkmaktadır. Aslına bakılırsa bebek sahibi olmak için en uygun zaman diye birşey sözkonusu değildir. Kadının üreme potansiyeli 20-30 yaş arasında zirvededir. 30 yaştan sonra azalan bu potansiyel 35 yaşından sonra keskin ve hızlı bir düşüş gösterir. Bebek sahibi olmak için en uygun zaman oldukça kişisel bir karardır. Ancak çeşitli nedenler ile çocuk sahibi olmayı geciktiren ya da geciktirmeyi düşünen şiftlerin karşısında başka bir problem daha vardır: Sosyal baskılar. Hemen her toplumda özellikle aile büyükleri biran önce torun sahibi olmak için baskı kurma eğilimindedirler. Medyada yer alan ve çiftlerin biran önce bebek sahibi olmasını öneren yazılar da benzer şekilde baskı unsurudur. Tüm bu faktörlerin etkisi ile yeni evli ya da uzun süre etkili yöntemlerle korunmuş çiftler daha infertilite sınıfına girmedikleri halde sırf kadın 30 yaşına geldi diye doktor doktor dolaşabilmektedirler.Üreme potansiyeli azalıyor mu?Bu soru hem konu ile ilgilenen hekimlerin hem de olayla direk ilgili olan çiftlerin cevabını aradığı sorulardan biridir. Cevap kesin değildir ancak muhtelemelen önerme doğrudur. Kadının evlenme yaşının artması, cinsel özgürlük ile birlikte cinsel yolla bulaşan hastalık oaranlarındaki yükselme, nedeni bilinmemekle birlikte erkekde sperm sayısındaki global azalma bu durumun nedeni olabilir. Sperm sayılarındaki azalma ilginç bir global gözlemdir. Gerçekten de son 15-20 yılda tüm dünyada yaygın olarak sperm sayılarında bir azalma eğilimi dikkati çeklmektedir. Bu durumun çevresel kirlenmeden mi yoksa modern yaşamın yüklediği stresden mi kaynaklandığı belli değildir. Sevindirici olan ise üreme potansiyeli üzerindeki bunca olumsuzluğa karşın, yardımla üreme tekniklerindeki gelişmeler ve buna bağlı olarak artan başarı oranlarıdır. Yine modern insanın infertiliteyi tabu olmaktan çıkarması ve tedavi alternatiflerini bilinçli bir şekilde değerlendirmesi de kayda değer bir ilerlemedir.

netten